31 Ekim 2017 Salı

Bu görevden alma yöntemi '' şık '' olmadı !...







İstifaya zorlanarak görevden ayrılmaları istenen belediye başkanlarına uygulanan bu -- eski deyimle azil -- yani  görevden alma yöntemi  '' şık ''  yani doğru olmadı.
Efendim istifa ettiler falan denmesin bu işlem net olarak '' görevden alma '' oldu.
Neden ? 
Çünkü parti yönetimi kendi atadığı il ve ilçe başkanlarını bu şekilde görevden alabilirdi. Kimsede bir şey diyemezdi.
Ama istifaya zorlanan kişiler halkın oyu ile seçilmiş kimseler. Yanlışları, kusurları varsa idari takibat yapılır, sonra da gerekirse adli makamlara iletilirdi. Partinin imajı zedelenmesin diye yanlış bir uygulamaya gidildi. Vatandaşın aklında cevaplanmamış  sorular takıldı kaldı.
Eksikleri, kusurları, yanlışlıkları, suçları neydi ?...
Yolsuzluk ve kanunlara aykırı davranışları söz konusuysa neden adli takibat yapılmadı ?
Ve de görevden alınan başkanlar halkın nazarında şaibe altında bırakıldılar.

Ayrıca AK Parti'de şaibe altında kaldı:
Bu başkanlar önemli bir kusurları oldu da, böyle istifa ettirilerek hatalar ört bas mı edilmek isteniyor ?

Ayrıca demokrasi de, gelenek ve teamüller bir kenara itilerek  şaibe altında bırakıldı.

AK Parti yöneticileri '' partinin imajını zedelememe '' görüntüsü altında, sanıldığının aksine partilerine ve kendilerinin imajlarına büyük zarar verdiler.

Artık çok bilinçli hale gelen toplumumuz '' BEN YAPTIM, OLDU '' dayatmalarını kabul etmiyor ve zihninde kapalı ve karanlık noktaların kalmasından  rahatsız oluyor
!...

24 Ekim 2017 Salı

Kitap '' yayınlatmak '' çileli bir iştir !...






’' Her yiğidin gönlünde bir aslan yatar ‘’ tam da eli kalem tutanlara göre bir ata sözüdür. Biz blogcuların çoğunun gönlünde de bir kitabımızın yayınlanması hayali vardır. 
Benim eserim diyebileceği bir kitabı olmasının...

Bu konuda iki deneyimim olduğu için size bir şeyler, ama ‘’ gerçekçi ‘’ bir şeyler söylemek istedim. Bu arada hemen belirtmeliyim ki, size güzel, cesaretlendirici bir şeyler söylemeyi de çok isterdim. Ama gerçekler hiç de öyle değil.

Kitap yayınlatmak çileli bir iştir. İsim yapmış, kitapları yayınlanan ve bir çok baskı yapan yazarlar da dahil. Kitap bir kişinin beyninin ürünüdür, eseridir. Mantıken, maddi açıdan en çok pay almak onun hakkı olmalıdır. Fakat uygulamada satış fiyatı üzerinden yazara düşen hisse % 10-15 ve hatta en iyimser bir tahminle % 20 dir. Ayrıca ilk kitap için hiç telif ücreti ödememe veya % 6 gibi çok düşük oranda ücret ödeme seçenekleri de söz konusu.
Bunu da alabilmesi, yayıncının kapısını defalarca aşındırması, ‘’ bu gün git yarın gellerle uğraşması ve küçük taksitlere razı olması ile mümkün olur.
Tabii ki bu anlattıklarım tanınmış isim yapmış, kitapları satan yazarlar için geçerlidir.

Dağıtım firmaları ile irtibatlı büyük yayınevleri, tanınmamış yazarların eselerini – ne kadar olağan üstü, güzel ve önemli de olsa dahi – yayınlamaya yanaşmazlar. Çünkü onlar için çok risklidir, kör kuyuya taş atmak, karanlıkta bir mum yakmak gibidir. Çünkü satmaz. Kendi açılarından da haklıdırlar. Masraflarını dahi kurtarmaları mümkün olmayabilir.

Deneyimlerimden kısaca bahsedeyim:
İlk deneyimim bir ders kitabı. 35
sene önce, bir kamu kurumu özel meslek lisesine, kendi isteğimle meslek dersleri öğretmeni olarak atandım. Görevlendirildiğim derslerin hiç birinin bir sayfa dahi olsun ders notu ve ders kitabı yoktu. Bir kaçı için ders notu hazırladım. O zaman fotokopi de yok. Teksir makinası ile ve samanlı kağıtlara çoğaltarak hallettim. Bir tanesini iki sene üzerinde çalışarak kitap haline getirdim. Bir dilekçe ekinde bağlı olduğumuz genel müdürlüğe gönderdim. Genel Müdürlük kitabın tetkiki için bir komisyon oluşturdu. Komisyon üyeleri hayatlarında eğitimle hiç ilgilenmemiş, bir satır dahi bir şey yazmamış mühendis teknisyenlerden oluşuyordu. Ders kitabımı aylar süre inceledikten sonra bir rapor düzenlediler. Raporlarında; eğitim bakımından hiç gereği olmayan, 40-50 madde halinde, eksik ve fazla buldukları hususlar vardı.
Kendileri hiçbir şey üretmeyen çapsız insancıklar, başkalarının üretmesine de geçit vermiyorlardı.

İnat ettim. Kitabı yeniden yazdım, şekillerini yeniden çizdim. Yine aylar süren inceleme. Sonuç yine eksik ve fazla listesi. Tekrar azimle direniş ve tam iki sene uğraşıdan sonra komisyonda geçti. Yayınlanma kararı çıktı. O günün parası ile yaklaşık iki maaşım kadar bir telif ücreti aldım.

İkinci deneyimime gelince:
Kur’an’ın matematiksel mucizevi yönüne tarif edilemez bir ilgi duyuyordum. Yaklaşık 15 sene kadar, inceledim araştırdım. Bulgularımdan önemlilerini bir kitap haline getirdim. – Ömer Çelakıl gibi kehanetle falan uğraşmadan --  Kitap taslağını aldım. İstanbul’a gittim. Belli başlı dini yayınevlerini dolaştım. Yukarıda belirttiğim gerekçelerle yayınlamayı kabul etmediler. Ancak, Ankara’da küçük bir reklam ajansı yayınlamayı kabul etti. Bilgisayarda yazdılar, bir müddet sonra bana, ön taslağı düzeltme yapmak üzere gönderdiler. Her sayfada 3-5 yanlış. Çünkü yayıncı, kitabımı bilgisayarda ilk okul mezunu bir gence dizdirmişti.  Düzeltmeleri yaptım. Kitaptan 2500 nüsha basıldı. Baskıdan çıkan bir nüshayı inceledim. Yine çok kritik ve önemli yerde 10 kadar yazım hatası vardı. Şok oldum. Fakat basılmıştı. Yapılacak bir şey yoktu. Bütün heyecanım söndü. Zaten yayıncı zatta da üç kağıtçının tekiydi. Bana 100 nüsha kadar verdi. Bende onları elimle düzelterek eşe dosta ve arkadaşlara dağıttım. 15 sene emek verdiğim bu eser için beş kuruş dahi telif ücreti almadım. Neyse ki ben cebimden baskı masrafı ödemedim.

Sonuçta, yazar olarak tanınmamış, olumlu veya olumsuz bir şekilde şöhret olmamış kimselerin eserlerinin yayınlanması mümkün değil. Kendi cebinizden karşıladığınız masraflarla yayınlatsanız dahi, dağıtım kanallarına girmeniz ve kitapçılara dağıtmanız olanaksız. Ancak MB’de örneğini gördüğümüz gibi kitabınızı blog sitemizde duyurmanız mümkün olur. Bununla dahi bir baskıyı tüketmeniz çok zor. Yani sözün kısası yayınlatmak bir mesele, haydi yayınlandı varsayalım, büyük kitlelere ulaşamadıktan sonra yayınlamanın da bir anlamı olur mu ?

Ben derim ki; eğer konu manevi tatmin ise BLOGSPOT:COM’ da yazılarınızı yayınlamaya devam edin. En azından kısa sürede tüm dünyada yayına giriyor. Az sayıda da olsa Oralarda bulunan Türkler hemen okunuyor. Kaç kişi okuduğunu biliyorsunuz ve yorum olarak tepkileri yine hemen alıyorsunuz. Ayrıca bazı kaynak olma özelliğinizdeki yazılarınız Google'de iyi bir yer buluyor, senelerce denebilecek düzeyde sürekli okunuyor.

Kendi cebinizde masraflarla çoğaltmanız ve sonrasında hayal kırıklığına uğramaya değer mi?

Blinç altının da '' altında '' NE VARMIŞ ?...





Kişisel bilinç ve bilinçaltı kavramlarını Sigmund Freud tüm dünyaya tanıtmıştı.
Freud’a göre kişisel bilinç, insanların farkında olduğu duygu, düşünce, anı ve arzuları ifade ediyordu..

Bilincin altında, daha derin bir seviyede bireyin bilinçaltı bulunuyordu. Freud’a göre bilinçaltı şunlardan oluşmaktaydı:
** Kişinin en ilkel dürtüleri ve iç güdülerinin, kişilik unsurlarının, çocukluk anılarının, bastırılmış hafızası,
** Tüm iç çatışmaları. Biz pek farkında olmasak da tüm bu öğelerin düşündüğümüz, yaptığımız ve söylediğimiz her şeyde çok belirgin rolü vardır

Biz pek farkında olmasak da tüm bu öğelerin düşündüğümüz, yaptığımız ve söylediğimiz her şeyde çok belirgin rolü vardır.

Yine Freud’a göre bilinç ve bilinçaltı insan davranışının altında yatan en önemli iki unsurdur.
Freud’un öğrencisi Analitik Psikolog Carl Jung bu görüşü daha ileri götürmüş, insanın bilinçaltının daha derininde daha etkili bir katman olduğunu düşünmüş, bilinçaltının da temeli olan bu katmana ‘’ Kollektif Bilinçaltı ‘’ ismini vermiştir. Jung’a göre, bilinç ve bilinçaltı, kişisel deneyimlerden oluşmakta, Kollektif Bilinçaltı ise doğuştan getirdiğimiz dürtüler ve farkındalık unsurlarını temsil etmektedir. Bu unsurlar insan türünün her bireyinde ortak olan bilinçli deneyimler bütününün parçalarıdır.
Kişisel bilinçaltı, kişisel deneyimler ve kişisel gelişim kaynaklı iken, kişinin Kollektif Bilinçaltı, insan türünün gelişimi esnasında oluşur ve bu nedenle tüm insanlar için ortaktır.

Yani Kollektif Bilinçaltı, kalıtımsal yapımızın bir parçasıdır. Dolayısı ile içeriği her yerde ve tüm fertler için aynıdır.
Jung gibi Emanuel Kant’da bir dizi önceden programlanmış algı modu ile dünyaya geldiğimizi ileri sürmektedir.

Jung bu öngörüsüne, tüm kültürlerdeki mitolojilerin benzer öğeleri taşıdığını taşımasını delil olarak göstermiştir.
** Judeo-Hıristiyan aleminin Eski Ahit ve İncil’ini,
** Zerdüşt’ün Avesta’sını,
** İskandinav Edda’larını,
** İzlanda Saga’sını,
** Müslümanların Kur’an’ını,
** Homer’in İlyada ve Odysey Destanları’nı,
** Virgil’in Aneid’ini
** Judeo-Hıristiyan aleminin Eski Ahit ve İncil’ini,
** Zerdüşt’ün Avesta’sını,
** İskandinav Edda’larını,
** İzlanda Saga’sını,
** Müslümanların Kur’an’ını,
** Homer’in İlyada ve Odysey Destanları’nı,
** Virgil’in Aneid’ini,
** Kelt mitolojileri’ni,
** Urartu Çivi Yazıları’nı,
** Japonların Kojiki yada Nihongi’lerini,
** Babil Hikayeleri’ni,
** Suriye ve Filistin mitlerini,
** Çin Efsaneleri’ni,
** Hint Rig Veda’nın Mahabbarata’sını, Ramayana’sını,
** Thevedaa Budistleri’nin Vinanatthu’sunu,
** Havai, Güney ve Orta Aamerika ve çeşitli Afrika kültürlerine ait mitolojileri,
** Ortaçağ Simyacı’larını;
** Mısır ve Tibet Ölüm Destanları’nı,
Araştıran Jung, tüm kültürlerin yazılı metinlerinde ortak temalarla karşılaşmış ve ‘’ Kollektif Bilinçaltı ‘’ kavramına böyle ulaşmıştır.

Kollektif Bilinçaltı konusunda yapılan araştırmalarda insanların '' din inancı ihtiyacının  '' onların üzerinde en az cinsellik ve saldırganlık kadar kuvvetli bir etkiye sahip olduğu sonucuna ulaşılmıştır.

Kısacası insanın bilinçaltının da altında  '' A L L A H '' varmış.

NOT: Bu yazının hazırlanmasında Kalemus Yayınları'ndan Matthew Alper'in '' TANRI YOLCULUĞU - İnsan Ruhsallığı Ve Tanrıya Dair İpuçlar

BEYİN KRİZİ !...






Tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de ölüm sebepleri sıralaması şöyle:

1 – Kalp krizi, 
2 – Kanser
3 – Beyin krizi

Kalp krizi ile kanseri bilmeyen yoktur. Beyin krizi sözlerini ise pek duymamış olabilirsiniz. Bu satırların sahibi olan ben de duymamıştım. Ta ki bundan yaklaşık 16 sene önce bir ağabeyimizin anevrizma ( beyin damarındaki baloncuk ) sonucu beyin kanaması geçirip onu kaybedişimize kadar. Sonra konuya ilgi duydum, inceledim ve bu hastalıkla ilgili olarak şehrimizde düzenlenen konferanslara katıldım.

Beyin krizinin aciliyet bakımından kalp krizinden de öncelikli olduğunu öğrendim. Kısaca size tanıtmaya çalışacağım.

Beyin krizi geçiren hastaların 1/3 ü krizleri sırasında ölüyor. 1/3 ü sakat olarak ve kısmen veya tamamen başkasına bağımlı olarak yaşamlarını sürdürüyor. 1/3 ü ise tam olmasa bile başkasına muhtaç olmayacak derecede iyileşerek normale dönüyor.

Beyin krizi genel olarak iki şekilde gerçekleşiyor.

1 – BEYİN ENFARKTÜSÜ: Beyinde temiz veya kirli kan taşıyan bir damarın beyne gelen bir pıhtı veya damar sertliği parçacığı ile tıkanması veya bir damarın ileri derecede büzüşerek beynin kansız, dolayısı ile oksijensiz kalması.

2 – BEYİN KANAMASI : Beyindeki bir damarın çatlayarak beyin içine kanaması.

Ülkemizde beyin krizi olaylarının % 71 i beyin enfarktüsü, % 29 kadarı ise beyin kanamasıdır.

İki yarım küre, beyin sapı ve beyincikten oluşan tüm beyin, yoğun bir damar ağı ile kan almakta ve vücudun % 2 kadarını oluşturduğu halde tüm vücut kanının % 18 beyni beslemek üzere, boru şeklindeki temiz kan damarları ile beyne gitmektedir. Dolayısı ile kansızlığa en duyarlı bir organdır.

Beyin enfarktüsü geçici olabildiği kalıcı da olmaktadır

Beyin enfarktüsü sebepleri:

Damar sertliği
Şah damarında % 70 in üzerinde daralma
Hipertansiyon atakları ( ani yükselme )
Boyun omurlarında kireçlenme
Kalp hastalıkları ( Ritim bozuklukları, kapakçık hastalıkları ), 
Kanda yağ fazlalığı ( Kolestrol )
Kanın koyu oluşu
Şeker hastalığı. Ani şeker düşmesi
Beyin tümörü
Şiddetli kafa darbesi
Beyinde damar yumağı veya dev anevrizma ( baloncuk )
Aşırı sigara ve alkol

Enfarktüs belirtileri:

Ani baş dönmesi
Ani görme bozuklukları – Çift görme
Ani ve şiddetli baş ağrısı
Ani yürüme ve denge bozukluğu
Ani kulak çınlaması ve sağırlık
Geçici yarım felç, kol ve bacakta kuvvetsizlik, beceriksizlikler
Geçici uyuşma, karıncalanma ve keçeleşmeler
Geçici konuşamama ve söylenenleri anlayamama

Beyin Kanamasını yukarıda tanımladık.
Şimdi sebeplerine bir göz gezdirelim:

Hipertansiyon
Şişmanlık
Damar sertliği
Horlama
Sigara
Kan yağlarının fazlalığı
Kalp hastalığı
Kanın koyu oluşu
Şeker hastalığı
Aşırı alkol kullanımı
Anevrizma ( Beyin damarının baloncuk yapması )
Damar yumağı mevcudiyeti
Kan hastalığı
Kafa travması
Yüksek dozda kan sulandırıcı ilaç
Beyin tümörü
Uyuşturucu

Beyin kanaması sonuçları :

Ölüm % 50-60 ilk günlerde. % 30 ilk haftada . % 45-5- ilk 3 ayda. % 50 ilk 5 yılda
Yaşayanların % 60-65 ‘ inde kalıcı özürlülük olur.

Beyin krizinden korunma yöntemleri :

Yüksek tansiyon ve kalp kontrol altında tutulmalı
Sigara, alkol, uyuşturucu kullanılmamalı
Kanı sulandırıcı girişimlere yönelinmeli : Günde 7 – 8 bardak su ve düşük doz ( 100-150 mg Aspirin )
Şeker hastalığı kontrol altında tutulmalı
Damar sertliği ile mücadele etmek amacı ile bol sebze, meyva, zeytinyağı yenmeli. Yağlı ve kızartma etten sakınmalı.
Ani sevinç ve hiddet tepkilerinden kaçınmalı

SAĞLIKLI GÜNLER DİLEKLERİMLE

Not: Bu yazının hazırlanmasında Türk Beyin Ve Damar Hastalıkları Derneği Yayını. Prof.Dr. Gazi Özdemir’in BEYİN KRİZİ NEDİR ? isimli broşüründen faydalanılmıştır.

23 Ekim 2017 Pazartesi

AHİRET HESABI BASİT : Sevaplar ( + ) Günahlar ( -- )





Kur'an dikkatlice incelendiğinde ahiret hesabının basit olduğu görülüyor. Ahirette günahlar için ayrı ayrı cezalandırma olmayacaktır. Aynı şekilde sevaplar için de ayrı ayrı ödüllendirme söz konusu değildir. Kur'an, değerlendirmede, ''günah ve sevap''  kelimelerinden ziyade iyilikler ve kötülükler kelimelerini tercih etmektedir.

Her kişi için İlahi değerlendirmede iyilik ve kötülük davranışlarının her birinin bir ağırlığı yani bizim anlayacağımız şekilde ( + ) ve ( - ) değerleri olacaktır. İyiliklerin ağırlığı, kötülüklerden fazla olduğu takdirde kul cennet ile ödüllendirilecek, aksi durumda yani kötülüklerin fazla olması halinde de cehenneme konarak cezalandırılacaktır.

Bunu nereden anlıyoruz ?

İşte bu bir yoruma delil olabilecek ayetlere örnekler:

'' Gündüzün iki ucunda ve gecenin gündüze yakın vaktinde namaz kıl. Çünkü iyilikler, kötülükleri giderir. Bu, ibret alanlar için bir öğüttür.  ''   ( 11/114 )

'' Allah İsrail oğullarından söz almıştı ve içlerinden on iki başkan göndermiştik, Allah demişti ki: ' Ben sizinle beraberim, eğer namazı kılar, zekatı verirseniz; elçilerime inanır, onlara yardım eder ve Allah'a güzel borç verirseniz, elbette sizin günahlarınızı örterim ve sizi altlarından ırmaklar akan cennetlere sokarım..... ''  ( 5/12 )

'' İnanıp iyi işler  yapanların, mutlaka kötülüklerini örteceğiz ve onları, yaptıklarının en güzeliyle mükafatlandıracağız.  ''  ( 29/7 )

'' Ancak tevbe edip inanan ve faydalı işler yapanlar, işte Allah onların kötülüklerini iyiliklere değiştirecektir.Allah çok bağışlayandır, çok esirgeyendir. ''   ( ( 25/70 )

'' Ki, inanan erkekleri ve inanan kadınları, altlarından ırmaklar akan, içinde ebedi kalacakları cennetlere soksun, onların kötülüklerini de örtsün.  ''  ( 48/5 )

'' Ey inananlar, Allah'tan korkarsanız O size iyi ile kötüyü ayırdedici bir anlayış verir, kötülüklerinizi örter ve sizi bağışlar. Allah,  büyük lütuf sahibidir.  ''  ( 8/29 )

İşte konuyu tam aydınlatan ayetler:

''  O gün tartı tam doğrudur. Kimin tartıları  ( sevapları ) ağır gelirse, işte onlar kurtulanlardır ''  ( 7/8 )

'' Kimin tartları ( sevapları ) hafif gelirse, işte onlar da ayetlerimize haksızlık etmelerinden ötürü kendilerini ziyana sokanlardır.  ''   ( 7/9 )

Dikkat ederseniz Artıların yani sevapların hesabında iman başta olmak üzere, namaz, zekat gibi tüm ibadetler ve tüm iyi işler, davranışlar girmektedir.

AHİRET HESABININ GÖRÜLMESİNDE ALLAH'IN TUTUMU İNSANDAN YANADIR.

İşte ayet:

'' Kim iyilik getirirse, ona o ( getirdiği ) nin on katı vardır. Kim kötülük getirirse sadece onun dengiyle cezalandırılır, onlar haksızlığa uğratılmazlar.  ''  ( 6/160 )

İyiliklere ( sevaplara ) 10 katı ( + 10 ) değer


Kötülüklere ( günahlara ) misli, yani ( - 1 ) değer.

İnsan için karlı bir hesap değil mi ?

Kur'an'da '' Kabir azabı '' YOKTUR !...







Kur’an’da 250 den fazla ayette azaptan bahsedilir. Hepsinde de ahiretteki ve dünyadaki azap söz konusudur. Kabir yani mezardaki azap ile ilgili bir tek ayet yoktur.

*** Hasılı, o küfredenlere dünyada ve ahirette şiddetli bir azap ile azap edeceğim; hem onlara yardımcılardan eser yoktur.  ***   ( 3/56 )

*** Fakat onlar, Allah’a verdikleri sözü ve kendi yeminleri birkaç paraya satanlar, işte onların ahirette hiç nasibi yoktur. Allah kıyamet günü onlarla konuşmayacak, onlara bakmayacak ve onları temize çıkarmayacak. Onların hakkı acı bir azaptır.  ***   ( 3/77)

*** Ve şüphesiz, o kıyamet gelecektir. Onda hiç şüphe yoktur. Ve muhakkak, Allah kabirlerdeki kimseleri diriltilecektir. ***    ( 22/7 )

Dinimizde ve Kur’an’da yeri olmayan bazı konular yalnızca Peygamber’imize dayandırılan ve gerçekle ilgisi olmayan sözlerle – ki onlara bilindiği gibi hadis deniyor – dini literatürde yer almış ve ne yazık ki gerçek olup olmadığı araştırılmadan geniş kabul görmüştür.

Bunlardan bazıları;

Kıyamet alametleri

Peygamber’imizin - haşa – miraçta Allah’la görüşüp 5 vakit namaz için pazarlık etmesi

Ve, kabir azabı gibi

Kur’an iyice ve dikkatlice incelendiğinde görülür ki; insan ölür, bedeni ceset olarak toprakta çürür. Cesetten ayrılan ruh ancak kıyamette tekrar bedene döner. Melekler ve ruhlar bizim bilmediğimiz ve erişemeyeceğimiz farklı bir boyutta ve alemdedirler.

Kur’an’da ruhun kabirde bedene döndüğüne ve sonuçta burada bir azap gördüğüne dair hiçbir bilgi ve işaret yoktur.

Peki nasıl oluyor da, Kur’an’da olmayan ve gerçek olmayan ; Kur’an dışında, Kur’an’a aykırı hiçbir söz söylemeyecek ve bilgi veremeyecek sevgili Peygamber’imize dayandırılan bir kabir azabı edebiyatı oluşturulıyor ?

Kur’an hükümlerine devam edelim:

*** Gözleri düşkün, düşkün kabirlerinden çıkarlar, sanki zıplayan çekirgeler gibi. Çağırana koşarak der ki kafirler, ‘ bu pek zorlu bir gündür ‘ ***  ( 54/7, 8 )

*** Vah bize bu ceza günüdür ! dediler. ***    ( 37/20 )

Şayet kabir azabı olsaydı kıyamet günü hesap için toplanan suçlular ‘’ Vah bize bu ceza günüdür ‘’ demezlerdi. Çünkü şiddetli bir ceza görmüş olanlar, bu cezaya ara verildiğinde sevinerek, ‘’ Nihayet cezamız bitti ‘’ derlerdi.

*** O günkü saat gelir, kıyamet kopar, suçlular bir saatten fazla ( kabirde ) durmadıklarına yemin ederler. Daha önce de böyle çevriliyorlardı. Kendilerine ilim ve iman verilenler derler ki, Allah’ın kitabınca dirilme gününe kadar durdunuz. İşte bu dirilme günüdür. Ancak siz bilmezler güruhu idiniz ! *** ( 30/55, 56 )

Ayetlerden de anlaşıldığı üzere suçlular, kabirde bir saatten fazla kalmadıklarına yemin etmektedirler. Bu onların kabirde azap görmediklerini göstermektedir. Şayet bunlar kabirde ceza görmüş olsalardı, bunu hem dile getirirlerdi, hem de zamanın bu kadar kısa olduğunu yeminle iddia etmezlerdi. Çünkü sıkıntılı zamanlar insana daha uzun gelir ve sıkıntı bittiğinde insan bunu beyan ederek rahatlar.

Bundan da anlaşılıyor ki kabirde olanlar, kıyamet gününe kadar uyuyorlar ve ancak kıyamet gününde uyandırılıyorlar.

*** Sura üflendi. İşte onlar kabirlerinden Rabblerine koşuyorlar. Dediler ki ‘ Vah bize , uykuya bırakıldığımız yerden bizi kim diriltip kaldırdı ? İşte Rahman’ın vadettiği şey budur. Gönderilen peygamberler doğru söylemiş.  ***   ( 36/51, 52 )

Ayetten de anlaşılacağı üzere sura üflendikten sonra insanlar uyandırılıyor ve bu insanlar karşılaştıkları durumu sorguluyorlar. Bu da gösteriyor ki, o insanlar öldükten sonra ancak kıyamet gününde diriltiliyorlar.

*** Ve saat mutlaka gelecektir, onda şüphe yoktur. Ve Allah kabirde olanları diriltecektir. *** ( 22/7 )

Evet, kabirlerde ölü olarak yatan insanların, ta kıyamet gününe kadar hiçbir şeyden haberleri olmayacaktır. Kıyamet gününde ise onlar diriltilerek hesap meydanına çağırılacaktır. Oysa, şayet onlar kabirde hesap görselerdi, diri olmaları gerekirdi. Diri olanların ise dirilmeleri değil, çağrılmaları söz konusu olurdu.

Son bir şeyi daha hatırlayalım. Kıyamet bir yargılanma günüdür. Yargılanma olmadan ceza olmaz. Kabirde de yargılanma söz konusu değildir. Ayrıca bir suçun cezası bir defa verilir. Aynı bir suçtan döne döne cezalandırmak YÜCE ALLAH’IN ŞANINA YAKIŞIR MI ?






22 Ekim 2017 Pazar

Ateist ve dinsiz bir yaşamın insan üzerindeki tahribatları !...








Din ahlakını yaşamayan insanların Allah'a güvenip teslim olmamaları, hayatlarını sürekli üzüntü sıkıntı ve stres içinde geçirmelerine sebep olur. Bu yüzden psikolojik kökenli pek çok hastalığa yakalanırlar. Bedenleri çok hızlı yıpranır, kısa sürede yaşlanıp çökerler. Yaşadıkları ruhsal sıkıntının etkisi  bedenlerinin her noktasında kendisini gösterir.

En sağlıklı, gösterişli, genç ve güzel bir insan bile bu etkiler sebebi ile kısa bir müddet sonra tanınmayacak hale gelebilir. Genç yaşlarda, yaşıtları olan inançlılarda görülmeyen fiziksel bozukluklar onlarda belirmeye başlar, gözleri donuk ve cansız olur, saçları çok dökülür, mat ve seyrek olur, erkeklerde kellik daha sık görülür. Psikolojik durumlarının bir sonucu olarak derileri kalınlaşır ve sertleşir, esnekliğini kısa sürede kaybeder.

Tabii ki din deyince, Kur'an dışında, Kur'an'ı anlamadan okuyan, Kur'an'ın mesajlarını değil, alfabesini önemseyen, kişilerin katkısının, yorumlarının etkisinde kalmış, Kur'an'ın ruhuna ve mesajlarına aykırı '' büyük çoğunluğu uydurulmuş sahte hadislerle, hurafelerle dolu ''  Geleneksel İslam'ın benimsendiği uygulandığı dinden bahsetmiyorum. Kur'an mesajlarını ve bu mesajların getirdiği Kur'an ahlakını esas alan dindir benim bu yazımın konusu.

Müminler yani inananlar ise psikolojik yönden sağlıklı oldukları, hiçbir zaman. strese, üzüntüye,, ümitsizliğe kapılmadıkları için bedenen de sağlıklı ve dinç kalırlar. Allah'a tevekkül etmelerinin  yani sığınmalarının, güvenip dayanmalarının, herşeye hayır gözüyle bakmalarının, Allah'ın kendilerine olan güzel vaat ve müjdelerinin süreklli sevincini içinde taşımanın olumlu etkisi tüm fiziksel özelliklerine de yansır.

Ellbette Kur'an'ın getirdiği gerçek dini yaşayanlar da hastalanırlar, doğal olarak yaşlanırlar, ancak diğerleri gibi psikolojik kaynaklı çöküntü şeklinde değildir bu. Hastalık, yaşlanma ve ölüm kuşkusuz bütün insanlar için geçerlidir. Fakat tüm bunların hızlı, yoğun ve yıkıcı olması din ahlakından uzak yaşam yaşam ve düşünce tarzının kazandırdığı olumsuz psikoloji ile doğrudan ilgilidir.

Bütün yaşamını Allah'a dayanarak, güvenerek ve her olayda bir hayır arayarak, sınav  gözüyle bakan, huzurlu ve mutlu geçiren insan üzüntü ve sıkıntılardan uzak olacağı için bedeninin göreceği zararlar da doğal olarak daha az olacaktır.

Din ahlakını yaşamayan bir toplum, manevi açıdan dinin sunduğu rahatı ver huzuru bir tütlü elde edememeye, hem psikolojik hem de fiziksel olarak bir takım zorluklarla karşılaşmaya mahkumdur. Toplum bunun örnekleri ile doludur.

Günümüzde çağın hastalıkları olarak isimlendirilen iki olgu vardır: Stres ve depresyon. Bu iki hastalık kişiye yalnızca psikolojik olarak zarar vermekle kalmayıp, bedeninde de fiziksel olarak çeşitli etkilerle kendisini göstermektedir.

Stres ve depresyona bağlı olarak meydana gelen rahatsızlıkların başlıcaları, bazı akıl hastalıkları, uyuşturucu madde bağımlılıkları, uykusuzluk, deri, mide, tansiyon hastalıkları, nezle, migren, kemiklerle ilgili bir takım hastalıklar, böbrek dengesizliği, solunum bozuklukları, alerjiler, kalp krizi, beyinde büyüme meydana gelmesi gibi sorunlardır. Tabii ki bu hastalıkların oluşma sebebi, her zaman stres ve depresyon olmayabilir. Fakat bilimsel olarak da  ispatlandığı gibi bunların çıkış noktası çoğu kez psikolojik kaynaklıdır.

Kur'an ahlakının hakim olduğu bir hayat ise beraberinde, tevekkülü Allah'ın her an arkasında bulunduğu inancını getirdiği için kişi rahat olur, her şeyde yalnızca Allah'ı vekil tutar, olaylar karşısında yapması gereken en hayırlı şeyi, Allah'ın en çok beğendiği ve razı olduğu davranışı sergiler. Bunun sonucu artık ne olursa olsun elinden gelenin en güzelini yapmış olmanın vicdani rahatlığı içindedir. En olumsuz sonuçla karşılaşmış olsa bile bunun Allah'tan gelen bir deneme olduğunu ve Kur'an'da tarif edildiği şekilde tepki vermesi, değerlendirmesi gerektiğini bilir. Hiçbir ümitsizliğe, üzüntüye ve strese kapılmaz. Çünkü gerçek hedefi  ahirettir ve önemli olan da sonsuz ahiret ödülünü kazanmak için gerektiği gibi hareket etmiş olmasıdır. Allkah'a olan güçlü inancından dolayı, hiçbir olaydan, hiçbir olumsuzluktan etkilenip güçsüzleşmez. Daima rahat ve huzurludur. Dolayısı ile bu ruhsal ve psikolojik sağlığı, bedensel sağlığına da olumlu bir etki olarak yansır.

Allah insanı, din ahlakını yaşamak üzere yaratmıştır. Kur'an ahlakının yaşandığı bir sisteme göre ayarlamış, buna uygun özelliklerle donatmıştır. Ve bu beden yaratılışına aykırı olarak kullanıldığında, maddi ve manevi olarak bozulmaya ve çökmeye mahkumdur.

Nitekim insan ruhuyla ve bedeni aslında  birbiri ile çok yakından bağlantılıdır. ikisini de Allah yaratmıştır ve ikisinin de yaratılışlarına uygun kullanılmaları şarttır.

NOT. Bu yazının hazırlanmasında Naci Eyüpoğu'nun Depresyon, Şiddet ve İnançsızlık isimli eserinde yararlanılmıştır.


Yahudi mistisizmi '' KABALA' nın Tanrı yaklaşımı !...








Yahudileri ve Yahudiliği anlayabilmek,  onların dine yaklaşımlarını ve inançlarının temel kabullerini tanımakla mümkün. Yahudi şeriatı ve mistisizminin temellerinden olan Kabala'da bunun ipuçları var:

Yahudi mistikleri Yahudi ile Tanrıyı bir tutuyor. İşte Kabala'daki Tanrı yaklaşımına örnek  Tanrının  yüceliğine ve aşkınlığına ters düşen ifadeler:
@@  Yeryüzünde Tanrı, Yahudinin yüz hatlarında kendini aşikar kılar.
@@  Yahudi, yaşayan ve şahıslaşmış Tanrı'dır.
@@  Ha hamların sözleri, '' canlı  '' Tanrı'nın sözleridir.
@@  Hahamlar, Tanrı'nın hükümranlığına sahiptirler ve Tanrı onların isteklerini yerine getirmeye mecburdur.  [ * ]

[ * ]   Ozan Yayıncılık, Murat Hakan Yıldırım, '' YAHUDİ VE HIRİSTİYAN KAYNAKLARINDA TANRI İMGESİ '' Sayfa: 160

YASİN SURESİ '' KUR'AN'IN KALBİ MİDİR '' ACABA ? ( Bu surede NE VAR ? )






İslam Dini'nin kutsal Kur'an toplam 114 sure ve 6236 ayetten ibarettir. Tüm sureleri ve ayetleri Allah'ın sözleri olması itibariyle aynı öneme ve değere sahiptir. Fakat tüm İslam ülkelerinde ve ülkemizde egemen olan '' Geleneksel İslam '' inanış ve kabullerinde Kur'an'ın 36. sırasında yer alan toplam 83 ayetten oluşan YASİN Suresi özel bir önem verilerek öne çıkarılmıştır. Yazıma eklediğim resimde görülen '' Yasin Suresi Kur'an'ın kalbidir '' kabulü buna bir örnektir. 

Bu öne çıkarmada Kur'an'da en küçük bir işaret olmadığı halde TÜM DELİLLER HADİS RİVAYETLERİ'NE DAYANDIRILMAKTADIR. İşte o rivayetlerden bazıları:

==  Yâsîn, Kur'an-ı Kerimin kalbidir. Muhakkak o bütün dertlere şifadır. ( Hakîm, Tırmizî )
==  Her kim Cuma günü annesinin, babasının veya bunlardan birinin kabrini ziyaret eder de baş ucunda Yasin Suresi'ni okursa, okuduğu her harfi adedince onlar bağışlanır. ( Sa'lebî )
==  Ölmek üzere olan bir hastanın yanında Yasin suresi okunursa, okunan her harfi için, onar melek iner. İnen melekler, ölmek üzere olan kimsenin önünde sıra sıra dizilip onun bağışlanmasını isterler. Ölüm anındaki bir müminin yanında Yasin suresi okunursa, Cennet Rıdvan'ı ona  cennet şerabı içirmedikçe Azrail onun ruhunu almaz. ( Sefer-i Âhiret Risâlesi )

Bunun yanında da bazı din büyüklerininin sözleri hadisler gibi genel kabul görmüş, benimsenmiştir. Buna da bir örnek:

==  Yâsîn sûre-i şerîfesini okumanın on faydası vardır:
1)  Aç olan tok olur, yani ummadığı yerden rızık gelir.
2)  Susuz kalan kanıncaya dek su bulur.
3)  Elbesi olmayan elbise bulur.
4)  Eceli gelmeyen hasta şifa bulur.
5)  Eceli gelen hasta ölüm acısı duymaz.
6)  ÖMlürken cennet melekleri gelip görünür.
7)  İnsan korktuğundan emin olur.
8)  Misafir ve garib yardımcı bulur.
9)  Bekarın evlenmesi kolay olur.
10) Kaybolan şey bulunur.
Fakat bunları niyet ederek ve inanarak  okumak lazımdır. ( Seyyid Abdülhakîm Arvasî )

Dikkat edelim son cümlede ne deniyor:
'' Fakat bunları inanarak ve niyet ederek OKUMAK LAZIMDIR  ''
Evet yüzlerce yıldır öyle yapılıyor. Yasin Suresi;
----  Ölüm anında ölülerin başında,
----  Öldükten sonra mezarı başında
----  Ölümün 7. 40, ve 52. günlerinde, ayrıca Cuma günleri ve Mevlit törenlerinde  okunuyor.
----  Belirli sayılarda örneğin 40 defa okunup ölünün ruhuna bağışlanıyor.
Vee nasıl okunuyor ?
ARPAÇA ORİJİNAİNDEN VE   '' A N L A M A Y A  R A K  ''  !...

Ve genelde de Müslümanlar yahu bu sureyi ölülerin arkasından okuyoruz ama bu surenin içinde ölüler hakkında ne var diye merak edip kendi dilinden mealini  okuyup ANLAMINI MERAK ETMİYOR.

Ben bu surenin mealini bir kaç kere okudum, güvenilir tefsirlerde araştırdım. Ölüler hakkında ve ayrıcalık tanınarak diğer surelerin önüne çıkarılmasına sebep olacak bir şey bulamadım.

Kitaplığımdaki kaynak eserlere müracaat ettim. İşte sonucu:
Akademi Yayınları'ndan Prof. Dr. Abdülmute'âl es-Sa'îdî'nin Prof Dr. Hüseyin Elmalı tarafından Türkçe'ye çevrilen  EDEBÎ MESAJ KUR'ÂN isimli eserin 439. ve 442. sayfalarındaki YÂSÎN SURESİ  bölümü:

'' Surenin amacı ve tertibi:
Bu surenin amacı peygamberliğin ispatı ve ona ihtiyacın beyanıdır. Bu ihtiyaç da Peygamber'den önce uyarılmamış olup, gaflet ve ahlaksızlıkları sebebiyle üzerlerine azabın inmesi hak olan Arapların uyarılmasıdır. Bu suredeki üslup, Allah'ın buna kadir olduğuna örnekler ve ayetlerin zikri üzerinde dönüp dolaşmaktadır. Bundan önceki sure ( Fatır ) insanların o azapla uyarılması ile ve ne göklerde ne de yerde bulunan hiç bir şeyin Allah'ı onları cezalandırmaktan aciz bırakmayacağı uyarıyla son bulmuştur. İşte bu nedenle Yasin Suresi de, Allah'ın buna kudretinin yeteceğini o örnekler ve ayetlerle ispat amacıyla o surenin ardından gelmiştir.

1. -- 12.  ayetlerde  ' İnsanların Uyarılmaları İçin Bir Peygambere muhtaç olmaları '  konusu işlenmektedir.
13. -- 83. ayetlerde ise  '  Allah'ın  İnkarcılara Azap Etme Kudreti ispat edilmektedir.  ''

Görüldüğü gibi Yasin Suresinin onu diğer surelerden farklı kılacak bir özelliği yok.

Yasin suresini diğer sureler önünde olmasını gerektirecek ölümle ilgili bir bir hüküm yok.

Ya bu sure ile ilgili Hadisler ne oluyor. Bilindiği gibi hadislerin sahih yani gerçek olarak kabul edileebilmesi için Kur'an'ın lafzına ve ruhuna uygun olması gerekiyor. Yani din hükmü koymaması, gaipten haber vermemesi '' Okunan her harfi için onar melek '' gibi satırlar ve cennet vaadleri içermemesi gerekiyor.

VEE,  LÜTFEN SURENİN surenin 69. ve 70. ayetlerine bir bakın:
69.  -- Biz ona şiir öğretmedik, bize yaraşmaz da; o sadece bir zikir ve parlak bir Kur'an'dır.
70.  -- DİRİ OLANLARI UYANDIRMAK, nankörlere de o azap sözünün hak olması için... 

70. ayet ne diyor DİKKAT EDİN:
DİRİ OLANLARI UYANDIRMAK, yani UYARMAK için indirilmiş YÜCE KUR'AN.

Ne büyük ironi değil mi ?
ÖLÜLERE OKUNMAK İÇİN DEĞERLENDİRİLEN YASİN SURESİNDE
KUR'AN'IN DİRİLER İÇİN İNDİRİLDİĞİ, ONLARI UYANDIRMAK VE UYARMAK İÇİN GÖNDERİLDİĞİ yani tüm diğer sureleri gibi kör hafız gibi ANLAŞILMADAN DEĞİL, ANLAYARAK OKUNMASI GEREKTİĞİ VURGULANIYOR...

Sonuç:

Kur'an'ın bu suresini ve KUR'AN'I ÖLÜLER KİTABI OLARAK DEĞERLENDİRMEMEK gerekir yani bu konudaki hadis iddiasındaki sözler SAHİH ( Doğru ) değildir.

Evleri dışında '' beslenenler '' bu yazıyı 2 defa okusun !...






Eskişehir'de şehir merkezinde Taşbaşı adı verilen  gıda maddeleri alışverişinin yapıldığı çarşıda gezinirken Yemeklik yağ ağırlıklı hem toptan hem de perakende satış yapılan bir dükkanın vitrininde Frita markalı 18 litrelik ambalajlarda yemeklik yağ olduğu anlaşılan yağ tenekeleri dikkatimi çekti. Bir kaç defa vitrine yaklaştım baktım ayçiçek, zeytinyağı gibi ne yağı olduğunu anlamaya çalıştım. Tenekelerin üzerinde de bu konuda bir bilgi yoktu. Yalnızca Tava yağı, pasta börek yağı, baklavalık yağ ve iki çeşit de kızartma yağı türleri vardı.  Sonunda merakıma yenildim  dün dükkana girdim ve patronlarına danıştım. Yağın cinsi hakkında net bir bilgi veremediler. Bitkisel yağ olduğunu söylediler, menşeini onlarda bilmiyorlardı. Danıştığım esnaf, yağların özel bir yağ olduğunu, yüksek ısıya dayanıklı olduğunu,  kızartmalarda defalarca kullanılabildiğini belirtti.  Benim evime alma niyeti ile sorguladığımı zannedip;

''  --  Evinizde kullanmanızı tavsiye etmem  ''  dedi.

Sonra İnternet'te küçük bir araştırma yaptım:

Bunlar, lokanta,  pastahane, tatlıcı, fast food esnafına ve maliyet düşürmeye yönelik özel yağlardı. Genellikle hidrojenize, margarin türünden, sağlığa zararlı olduğu bilimsel olarak kabul edilen trans türü yağlardandı.

Bunlardan kızartmada kullanılan yağların en fazla 6-7 defa kullanıldıktan sonra atılması gerekiyordu.

Ama bu nasıl sağlanacak ve nasıl denetlenebilecek ?

Bir esnafın aynı yağı değiştirmeden dört aydır kullandığını bir İnternet forum sitesinden öğrendim:

''  http://forum.donanimhaber.com/m_34143540/tm.htm  ( 1 Eylül 2009 )

'' İstanbul taksimde oldukça işlek bir cafede mutfakta çalışıyorum. bizim mutfakta fritöze koyduğumuz yağı 4 aydır hiç değiştirmedik. eksildikçe azar azar koyuyoruz. yağ o kadar karardı ki zift gibi oldu resmen. katılaştı. acaba ne kadar sürede bir değiştirmek gerekir bu yağı. bizde yiyoruz o fritözde kızaran şeylerden. sakata gelmiyelim.  ''
Bunun yanında, alışveriş merkezlerindeki gıda ürünleri satışı yapılan firmalarda küçük bir araştırma yaptığınızda göreceksiniz ki, lokantalara ve Fast Food ürünlere uygun, sucuk ve mayonez gibi sosların ve ürünlerin büyük ambalajlarda ve daha ucuza satılan, genelde BÜFE diye adlandırılan ( büfe sucuk gibi, mayonez )  türleri olduğunu göreceksiniz.

Ayrıca, tavuk ve dana etinden olduğu  iddia edilen etlerin hileli etler olduğunu ileri süren söylentiler de söz konusu.

Ben derim ki; evleri dışında beslenen insanlar sağlık açısından büyük risk altındadırlar. Onları bu yazımı  iki defa okusunlar diye başlığı ile uyardım ama evleri dışında beslenenler bundan sonra bu türlü beslenmeye devam etmek için  beş defa düşünsünler.

Peki günlük yaşam içinde başka seçenekleri yoksa ne yapsınlar. Pide, lahmacun, kebap, döner gibi ürünleri beslenme seçeneklerinden çıkarsınlar. Evlerinde hafif de olsa kendileri bir şeyler yapmaya, pişirmeye zaman ve imkan bulmaya çalışarak beslenme alışkanlıklarını değiştirsinler. Gerekirse, peynir, zeytin, yumurta ekmek yemeye, hafif kızartmalar yapmaya yönelsinler. Aksi halde damar ve kalp hastalıkları ile ve de kansere çok daha fazla merhaba demeye aday olduklarını hesaba katsınlar !...

21 Ekim 2017 Cumartesi

Aslandan korkup kaçan yaban eşekleri !...




Kur'an'da verilen mesajı daha anlaşılır hale getirmek ve pekiştirmek için ilginç ve renkli teşbihler yani benzetmeler  yapılır. '' Tek başına/soyut manalar, bilinen/görülen şekillerle örneklendirilmedikçe insan düşüncesinde boş ve köksüz kalır. İnsan zekasına ne kadar saf manayı anlayabilecek güç verilmiş olursa olsun, yine de kavrayabilmrk için bu saf/soyut mananın semboller, işaretler ve çizgiler halinde gösterilmesi gerekir.

Bunun için Kur'an insanlara örnekler veriyor ve çok büyük anlamları sahneler ve tablolar haline getirerek insanların düşünce dünyasına yaklaştırıyor ve anlaşılır biçimler kazandırıyor. Böylece her insan realiteyi, kendi seviye, yetenek ve bakış açısına hitap edecek sekilde değerlendiriyor.  { * ]

Bu tür benzetmelere bir örnekte Müddesir / 49-50-51. ayetlerde var:

''  Ne oluyor onlara da öğüt verip düşündüren şeyden  yüz çeviriyorlar. Sanki onlar ürkmüş yaban eşekleri gibidirler; arslandan korkup kaçıyorlar ''
''  
Bu ayetlerde  Kur'an'dan yüz çeviren, Kur'an'ı arkasına atanlar, inkar ve sapıklıkta israr edip Hakk'ın sesine kulak vermeyen, üstelik bu sesten nefret edip uzaklaşan müşrikler ( Allah'a ortak koşanlar ) arslandan korkup kaçan eşeklere benzetiliyor.

'' Bu benzetme bir Arapça deyimdir. Yabani eşeklerinin bir özelliği de, bir tehlike hissettikleri zaman korkup öyle kaçarlar ki, başka bir hayvan böyle kaçamaz. Bu yüzden Araplar çok korkarak aklı başından gitmişcesine kaçan bir kimseyi arslan ya da avcı görmüş yaban eşeğine benzetmektedirler. ''   [ ** ]

''  Burada, vahiy kitabı Kur'an'ı, korkulan bir arslan gibi görüp kaçışanlara eşek denmiştir. Bu ifadede insanlara ' Kur'an'ı okurken -- Ben okursam anlayamayacağım, yanlış anlayıp veya yanlış okuyup günah işleyeceğim --  diye sakınıp korkarak yaklaşmazlık, okumazlık yapmayın ve Kur'an'dan uzaklaşmayın, kaçmayın, ve bu nedenle anlamadığınız dilde okumaya yönelmeyin denmektedir. ''  [ *** ]

[ * ]  Beyan Yayınları -- Necmettin Şahinler -- KUR'AN'DA SEMBOLİK ANLATIMLAR -- Sayfa: 11
[ ** ] a.g.e sayfa: 334
[ *** ]  Şira Yayınları --  Prof. Dr. Gazi Özdemir -- '' İSLAMIN ŞARTI SADECE 5 DEĞİL -- Sayfa: 27

Bu da '' askeri vesayet '' dönemlerindeki -- Atatürkçülük uygulamalarına '' bir örnek...







1960 yılındaki ilk askeri darbesinden sonra 55 yılda ülkemiz siyasi hayatında ordumuzun kendisi ve gölgesi çok etkindi. Bu 55 yıllık dönemi de iki türlü ele alabiliriz:

==  Askeri darbeler, muhtıralar sonrasındaki kısa veya uzun süreli ASKERİ DARBE DÖNEMLERİ
,
==  Askeri darbe dönemleri arasında, ordunun yani askerin gölgesinde, korkusunda, etkisinde geçen ASKERİ VESAYET DÖNEMLERİ  ki, bu dönemlerde her iç ve dış siyaset konularında  '' askerin ne düşündüğü, ne söyleyeceği '' beklentisinin hakim olduğu dönemlerdi.

Askerinde iç siyasette tek bir ideolojisi vardı:

ATATÜRKÇÜLÜK

 Kısa bir süre önce  '' Askeri darbe dönemlerindeki Atatürkçülük  '' başlıklı yazımda işte askerin Atatürkçülüğe yaklaşımına bir örnek olayı anlatmıştım.
Bu yazımda '' Askeri vesayet döneminde beni etkileyen, Aziz Nesin'e rahmet okutacak bir ATATÜRKÇÜLÜK VE İSTİSMARI'na örnek komik bir olayı aktarmak istiyorum:

Bundan yaklaşık 20 sene kadar önce yatılı Demiryolu Meslek Lisesi'nde  müdür yardımcısı görevi ile çalışıyorum. Bir gün Milli Eğtim Müdürlüğünden bir telefon emri geldi. Her Lise ve dengi okul en az 20 kişilik öğrenci grubu oluşturacak ve Anadolu Üniversitesi'ndeki  bir salonda tertiplenen konferansa katılacaktı. 

Müdürümüz beni görevlendirdi. Öğrenci ekibini seçtik. Belirtilen gün ve saatte konferans salonunda hazır bulunduk.

Salon balkonuyla birlikte tıklım tıklım dolu.

Haa, konferansın konusunu merak ederseniz söyleyeyim:

''  ATATÜRKÇÜLÜĞÜN ESASLARI  ''  

Derken konferansı verecek olan doçent kürsüye teşrif ettiler.
Biz izleyiciler muhterem akademisyenin  ilginç ve farklı olarak neler söyleyeceğini merakla bekliyoruz.

Uyanık doçent başladı konuşmaya, neler anlattı derseniz ? Uğradığım şoku hala unutamıyorum.
,-- Hiç bir şey anlatmadı. Yani bilmediğimiz hiç bir söylemedi. 
İlk okul çocuklarının bile ezbere bildiği konuları bilgileri tekrarladı.

Konu ile ilgili olarak hiç hazırlanmamıştı, Söyleyecek yeni bir şeyi de yoktu.
Salonun en ön sırası olağan olarak protokole ayrılmıştı. O sıralarda da hiç kimse yoktu. O  doçentte zatan protokolden hiç kimsenin gelmeyeceğini, izlemeyeceğini biliyordu.

Tam 15 dakika evet, yalnızca 15 dakika  kaldı kürsüde vee çekti gitti...

Bizlerde enayi yerine konulmuş öğretmenler ve öğrenciler olarak şaştık kaldık.

Ne yaptı bu uyanık, kurnaz üç kağıtçı doçent, ATATÜRKÇÜLÜK O ZAMAN DA HER ZAMAN OLDUĞU GİBİ PRİM YAPIYOR YA. Üniversite Prof. hocalarından ve yöneticilerinden birinin gözüne görünmek, dikkatini çekmek için ilimiz KOCA MİLLİ EĞİTİM CAMİASINI KULLANMIŞTI ve bizlerde onun oyununda figüran olarak kullanılmıştık...











20 Ekim 2017 Cuma

Kadınların çoğu '' ütü yapmasını '' bilmiyor !...




Fakat, alıyor eline ütüyü, geçiyor ütü masasının başına
Ütü yapıyor.
Sonra ?
Ütü yaptığı giysiyi perişan ediyor.

Efendim, ütü terzilik mesleğinin bir işidir. Terzi, kumaşı biçer, giysiyi diker.
Kumaş ve dikiş ne kadar kaliteli ve iyi olsa da, sonucu ütüleme işlemi belirler.
Ütü iyi yapılmamışsa, kaliteli kumaş ve yapılan güzel dikim kendini göstermez.
Ustalığın eseri meydana çıkmaz.

Benim rahmetli olan babam terzi idi. Şimdilerde yok olan bu mesleğin son ustalarından. Şimdi terziler giysi kumaşlarını kalıplar kullanarak biçiyor. O, düz ve eğri özelliğindeki çeşitli özel cetvel ve gönyeleri ile, biçeceği kumaş üzerinde aldığı ölçüye göre, çeşitli mühendislik hesaplarına benzer hesaplar ve çizimleri yapar, sonra keserdi. Provaya hazırlar, yapar ve dikerdi.  Bir pantolonun dikişi yardımcısı yoksa yarım gün, ceketin ise 2-3 gün sürerdi...

İlk okul ve orta okul çağlarımda ben ona çıraklık yaptım.
Yaz tatilleri de dahil tüm boş zamanlarım onun dükkanında geçerdi.
Terzilik mesleğini sevemedim. Okumayı tercih ettiğim ve başarılı olduğum için, beni mesleği öğrenmeye de zorlamadı.
Yalnızca ütü yapmasını öğrendim onun yanında.

Efendim, ev işlerinden anlamam, beceremem de. Yemek yapmasını da hiç bilmem.
Ama evde eşime yalnızca bir konuda yardımcı olurum. Evin ütü işlerin olanak ölçüsünde  yardımcı olmaya çalışırım.

Terzi babam bana bunu iyi öğretti. Bu sebepten evlerde kadınların yaptığı ütü kusurlarını da hemen görürüm. 

Yapılan her işin kendine özel yöntemi vardır. Ütü işlerinin de. Her tür giysinin kendine özel bir ütüleme tekniği vardır. Nereden başlayacaksın. Sonra nasıl devam edeceksin sonlandıracaksın. Ütü masası ve ütü nasıl kullanılacak.
Ütü bezi nerede ve ne zaman kullanılarak kumaşlar parlatılmayacak ve ütü izi görünmeyecek

Her işin bir usulü var. Veee.... Mümkünse, her işi ustasından öğreneceksin.

Genellikle kadınlar ütüyü, annelerinden veya ablalarından öğrenirler. Veya el yordamı ile kendi kendilerine keşfederler. Bu sebepten de gerçek ve doğru ütüleme işlerini genellikle bilmezler. Hemen basit bir örnek vereyim: Erkek gömleklerinin kollarında ütü izi yapılmaz.
Ama, çoğunlukla bu bilinmez ve ütü izi yapılır. Klasik pantolon paçaları gibi.

Eskilerin bir sözü vardı:
Bir tutam sakızın da olsa erbabına çiğneteceksin. 

Değil mi efendim ?

Uğurlu veya uğursuz diye bir şey yoktur. Bunlar hurafe inançlardır !...



Bizim ülkemiz ve tüm dünya ülkeleri insanlarının bazı şeylerin uğur, bazı şeylerinden uğursuzluk getireceğine inançları vardır:

Bazı esnafımız her sabah birbirlerinden uğur parası alır. İlk alışverişinde kullandığı parayı yere atıp sonra kasasına koyar. Karakedi görmeyi, merdiven altından geçmeyi uğursuzluk sayanlar vardır.

Uğur getirsin diye üzerlerinde bir şeyler taşıyanlar oluyor. İlkel insanlar da boyunlarına, bileklerine kemik, hayvan dişi gibi şeyler takarlardı. Bu tür şeylerin kaynağı Romalılar ve putperest Arapların davranışlardır.

At nalının uğuruna inanıp evinin kapısına ve arabasına asanlar gibi. Hele 13 sayısının uğursuzluğu çok yaygındır dünyada bir çok otelin 13 nomaralı odası yoktur.

Kur'an'da Yasin Suresi 18 - 19. ayetlerinde uğursuzluğın olmadığı, Enbiya Suresi 35. ayetinde ise Cenab-1 Allah'ın Hayırla şerle insanları imtihan ettiği bildirilmiştir.

Konuyla ilgili  A'raf Suresi 131. ayeti Prof. Dr. Gazi Özdemir Hocamız '' İSLAMIN ŞARTI SADECE 5 DEĞİL isinli eserinde ( sayfa 51 - 52 )  şöyle  yorumluyor:

''  Fakat onlar, kendilerine bir iyilik / bolluk geldiği zaman, ' Bu iyilik bolluk kendi becerimizdir ' derken, başlarına bir sıkıntı, bir kötülük geldiğinde ise, Musa ve beraberindekileri KUŞ ETKİLERİ  sonucu olduğunu söylüyorlardı. İş dedikleri gibi değil. Doğrusu onların başına gelen felaket, uğursuzluktan değil, Allah tarafındandır. Fakat bir çokları gerçeğin böyle olduğunu bilmemekteydiler.

Burada kullanılan kuş ifadesi, Arapların uğursuzluk için kullandıkları bir kelimedir. Aynı şekilde bu sembol kullanım Al-i İmran / 49, Yasin / 19, Esra / 13. ayetlerde de yapılmıştır. Çünkü bir canlı veya cansızı uğurlu veya uğursuz saymak bir nevi şirk ( Allah'a  ortak ) koşmaktır diyebiliriz.  ''





ARAYACAĞAN GARDAŞ !?!...





37 yıl önce, bir kamu iktisadi kuruluşunda İzmir'de çalışıyorken terfien görev değişimi amacıyla kendi isteğimle, İç Anadolumuzun doğusunda bir il merkezine atandım. İkametime lojman tahsis edildi. Kabaca evi yerleştirdikten sonra basit bir ev gereci ihtiyacı oldu. Eşimle birlikte çarşıya çıktık. Aradığımız gerecin bulunması muhtemel 3-4 esnafa sorduk.
Cevaplar aynı: 
--  YOK 
Son girdiğimiz esnafa sorduk:
--  Nerede bulabiliriz ?
Cevap:
--  ARAYACAĞAN  GARDAŞ  !...

4-5 metre ilerde başka bir dükkanda bulduk !...

Bu cevap beni o kadar şok etti ve etkiledi ki, ne zaman o ilin adı geçse veya anımsasam bu '' Arayacağan gardaş '' cevabı aklıma geliyor. Bu acaip cevap benim
zihnimde o ille özdeşleşti...

NOT: Bu yazıma koyduğum resim de  bend
e şok etkisi yapmıştı. O şoku temsilen burada..

BİR ASKERİ DARBE DÖNEMİNDE '' ATATÜRKÇÜLÜK '' !...



Atatürkçülük Cumhuriyet dönemine damgasını vuran en önemli ideolojik bir hareketttir. Her dönem vardı, halen de devam ediyor. Fakat 1960 askeri darbesi ile başlayan askeri vesayet dönemlerinde ve özellikle 12 Eylül 1982 askeri darbesinden sonra her şeyin önüne geçti ve devletin en önemli ideolojik saplantısı haline geldi. 30 yılı aşkın bir süre mizah dergisi ve kitaplarına konuk olacak komik olaylar yaşanmasına sebep oldu. İşte onlardan biri, karikatürize bir anı:

1978 yılında Sivas ilimizde bir kamu kurumunun kuruluş ve montaj aşamasındaki fabrikasına Personel ve İdari İşer Müdürü olarak atandım. Konusunda son sistem olan proje Almanya’dan alınmıştı. Montajını onlar yaptı. 1979 yılında o zamanın ilgili bakanının teşrifleri ile fabrikanın açılışını törenle yaptık.

Sağ- sol kardeş kavgasının tam hızlandığı dönemdi. Aradan bir sene geçti, 12 Eylül askeri müdahelesi gerçekleşti. 11 Eylül’ü 12 Eylül’e bağlayan son gece sabah saat: 5.00’a kadar, yani askeri müdahalenin başlangıç saatine kadar, bir gece içinde 39 kişi kardeş kavgasında ölmüştü. O günkü ortamda millet olarak büyük bir karamsarlığı düşmüş, - bir kurtaracak yok mu ? – düşüncesi toplumun her ferdine hakim olmuştu. Sonradan, ancak yakın bir zamanda o günlerdeki olaylarının çoğunun '' askeri bir darbeye toplumu götürmek için senaryolanmış kurmaca olaylar olduğunu öğrendik.

Askeri idare, sağ sol ayrımını yani kardeş kavgasını önlemek için ‘’ Atatürkçülük ‘’ inancını birleştirici bir unsur, yani çimento olarak öngördü. O da kabul.
Ama nasıl?

Tüm yurt, Atatürk heykelleri ve büstleri ile donatılacaktı.

Konunun en önemli kısmı, yani Atatürkçülüğün bir ideoloji, bir ruh olduğu, esası önemsenmedi. Üzerinde durulmadı. Kuru bir şekilcilikle; heykel, büst ve resimlerle Atatürk sevgisi tazelenmesi ve aşılanması faaliyetleri öngörüldü. Bu kapsamda olmak üzere tüm resmi kurumlar, talimatla Atatürk heykel ve büstlerini yenilediler. Eksikler tamamlandı ve her biri için açılış törenleri yapıldı.

Yeni kurulan, açılışı yapıldığı geçen bir yılda deneme üretimini aşamayan, üretim faaliyetine geçemeyen fabrikamızda bir Atatürk büst ve heykelimiz yoktu. Bu eksikliğimiz giderme çabasına giriştik.

Bu arada parantez açayım. İlin bir  lisesinin resim öğretmeni, olağan dışı bir uygulamayla, okulun müdür yardımcısı dahi olmadan; birden,  İl Milli Eğitim Müdürü olarak atandı. Sonradan görüldü ki, asli görevi Atatürkçülük uygulamaları denetçiliğidir, teftişidir. Tüm kamu kurumlarında bu görevini ifaya yani teftişe başladı.

Biz de teftişte hatalı olmamak için, Fabrika idare binası ve sosyal tesislerinin duvarlarını, merdiven başları da dahil, Atatürk’ümüzün sözleri resimleri ve maskları ile donattık. fabrika olarak gerekeni yapmıştık. Hiçbir eksik ve kusurumuz yoktu. Hatta aferini bile 

Sonunda teftiş sırası bize geldi. Sayın Müdürümüz fabrikamıza teşrif ettiler. Biz fabrika olarak gerekeni yapmıştık. Hiçbir eksik ve kusurumuz yoktu. Hatta aferini bile hak etmiştik. Ama olmadı memnun olmadılar. Teftiş bu, illa bir şey bulmak lazım: Her kattaki merdiven başlarındaki; çok estetik, bakırdan yapılmış ve çok güzel Atatürk masklarını kusurlu buldular ve buyurdular:

Bunlar küçük olmuş !...

Gelelim Atatürk büstümüze. Fabrikamız sahasında idare binaları civarında büstü koyacağımız uygun bir yer yoktu. Zorunlu olarak kömürle çalışan ısı santralımız önündeki boş küçük bir alana, baca isinin yoğun olduğu yere inşa ettik. Kısa zamanda isle kirleneceği belli idi. Ama başka çaremiz yoktu. 

Tören gününü belirledik. İlin tüm resmi ve askeri ilgililerini ‘’ Atatürk Anıtımız’’ ın açılış törenine davet ettik. Tören günü geldi. Tüm ileri gelen ve davetlilerimiz - hiç eksiksiz -  geldi. Çünkü gelmek zorunluluğu herkese hakimdi.  Bu arada yerel basın ve ulusal basının temsilcileri de.

Tören saatinde bir aksilik. Sağanak yağmur başladı. Tehir edemezdik. Şiddetli yağmur altında - o günlerde kutsal bir ödev haline getirilen törenimizi -  tamamladık.

Tamamladık zira, en ufak bir aksaklık ve noksanlıkta kendimizi demir parmaklıklar arkasına bulma korkumuz vardı...