7 Ekim 2017 Cumartesi

Kutsallaştırmak ve putlaştırmak insanın hamurunda var !...

Evet, kutsallaştırma ve bu eylemini daha ileri bir boyuta götürüp kutsallaştırdığı canlı veya cansız nesneyi putlaştırma eğilimi insanın hamurunda var. İnsanın genlerine işlenen Yaratıcı yani Allah kavramının insanda yerini bulmamasından ve sapmasından kaynaklanıyor. Aradan yüz yıllar ve hatta binlerce yıl geçse durum değişmiyor.

Hatırlanacaktır, Kur’an ve onun getirdiği yeni din İslamiyet putlara tapıldığı ve insanlığın inanç açısından gittikçe sapkınlığa düştüğü bir ortamda gelmişti. Aslında Allah bilinci vardı İslamiyetin doğduğu Ortadoğu ortamında, çünkü son peygamber Hz. Muhammed’den önce bir çok peygamber gelmiş, hatta çoğunluğu o coğrafyadan çıkmıştı.

Bilinen hiçbir canlı ve cansız varlığa benzemeyen Allah inancı anlaşılıyor ki insanları tatmin etmiyor. Kendilerini ve her şeyi Yaratan’ı illa bildikleri cisimleşmiş bir varlıkla özdeşleştirmek istiyorlar. Ya Hıristiyanlar gibi peygamberi ilahlaştırıyorlar, yani Allahlık vasfı veriyorlar, veya kendi elleri ile yaptıkları cansız heykellere tapıyorlar, yani putları Allah’a ortak koşuyorlar. Allah’a onlar aracılığı ile ulaşmaya çalışıyorlardı.

Aradan 1450 yıl geçti. Ama insanlığın tutumunda pek değişen bir şey yok. Dünyanın uzak yakın bölgelerinde insanların büyük çoğunluğu çeşitli putlara tapıyor. Hristiyanlık güya Allah’ı tanıyan semavi dinler grubunda ama Hz. İsa tamamen Allahlaştırılmış, annesi Hz.Meryem’ de yarı ilah durumunda. Kiliselerde onların heykelleri ve tasvirleri önünde ibadet yapıyorlar

En son ve en mükemmel dininin mensupları yani Müslümanların durumu ne?

1450 yıl öncesine göre pek farklı değil onların durumları. Sözle ve görünüşte şirk yani Allah’a ortak koşma eylemi şiddetle reddediliyor ama uygulamada bütün hızıyla devam ediyor bu davranış şekli. Geçmişe göre biraz farklı bir şekilde

Kendi elleri ile yaptıkları heykel ve tasvirlerle Allah’a ortak koşmuyor artık Müslümanlar. Ama Camilerde Allah ve Muhammed isimleri aynı yükseklikte ve yan yana levhalar halinde asılıyor.

Mezarlar kutsallaştırılıyor, türbecilik – dinde hiçbir şekilde yeri olmadığı halde – gittikçe artan bir hızla gelişiyor, devam ediyor.

Peygamberin sakal ve saç kılları, hırkası, ayak izleri v.s kutsanıyor. Kutsal emanetler adı altında ziyaretler düzenleniyor. Önlerinde belirli zamanlarda kutsama törenleri yapılıyor.

Peygamberin sözleri, Allah’ın sözleri yani Kur’an ile eş değer hale getiriliyor. Gerçek ve doğru olup olmadıklarına bakılmaksızın hadis adı altında ve bazı hallerde Kur’an’ın önüne dahi geçiriliyor.

Hristiyanlar peygamberlerinin doğum günün bayram haline getirip kutlarlar da Müslümanlar geri kalır mı ? Kutlu doğum günü şeklinde küçük çapta başlatılan kutlamalar, büyütülüp, ‘’ Kutlu Doğum Haftası ‘’ halinde genişletilip ilerletiliyor.

Sonra:

Kur’an’ın bölünme, parçalanma diye vasıflandırdığı Mezhepçilik ve Tarikatçılık uygulamaları insanları yani tarikat ve mezhep imamlarını şeyhlerini putlaştırma eylemlerine dönüştürülüyor. Örnek olarak, Bediüzzaman ve Fethullah ve diğer bazı hoca efendiler kutsallaştırılıyor. Bediüzzaman Saidi Nursi’nin kitaplarındaki metinler kutsal kabul edilip ‘’ mübarek ‘’ vasfı verilip, bugünkü yaşayan dile çevrilip anlaşılır hale getirilmekten kaçınılıyor.

Daha sonra;

Şeytanı bile putlaştırdılar, Satanistler

Bir takım pop şarkıcıları ilahlaştırılıyor, fanatik hayranları konserlerinde transa girip kendilerinden geçiyorlar. Bizde de bir süre önce kimileri de kendilerini jiletle doğruyordu.

Sinema ve futbol yıldızlarının putlaştırılması ise her devirde olağan artık.

Siyaset adamları putlaştırılıyor. Marks, Lenin, Hitler gibilerinin, geçmişteki tüm melanetlerine rağmen, bu günlerde de hala sevenleri ve hayranları bulunabiliyor.

Başka;

Sloganlar putlaştırılıyor: Geçmişte bir ‘’ TEK YOL DEVRİM ‘’ sloganı vardı. 15-20 yıl egemenliğini sürdürdü. Daha taşa milyonlarca defa yazıldı. Binlerce ve on binlerce cana mal oldu.

Tek yol yıkmak, devirmek, yok etmek.

Sonra ... ?

Hergün birbirlerine 500 defa '' aşkım '' dediler, aşkı katlettiler !...

Aşk, sevginin yoğunlaşmış ve tutku haline gelmiş bir olgusu ve duygusu. Öyle her an, herkes te görülebilnecek ve yaşanabilinecek bir duygu değil, nazenin yani nazlı bir olgu.

Hele hele günlük hayatın olağan bir işleviymiş gibi her zaman her yer de seslendirilecek, bağıra çağıra ilan edilecek bir duygu da değil. 

Bilindiği gibi her hangi bir şey, çok sevilse dahi her an elde edilebilir hale gelir ve çok tüketilirse ona olan arzu, istek ve ilgi kaybolur. Önceleri sıra dışı olan şey sıradanlaşır, cazibesi kalmaz.

Son yıllarda '' aşk  '' adı verilen insana özel ve çok güzel duyguyu, gençler sıradanlaştırdılar ve tükettiler.

Nasıl?

Konuşmalarında her iki sözcüğün biri ''aşkım''  oldu.
Hatta bu sözü çocuklarına ve köpeklerine de  söylemeye başladılar.
Her gün birbirlerine 500 defa ''aşkım '' dediler, aşkı katlettiler...

Müslümanlar 1400 yıllık kış uykusundan uyanıyor. '' KUR'AN'DAKİ İSLAM '' aşısı tuttu

Ülkemiz insanları bilindiği gibi büyük çoğunlukla Müslüman. Sayıları 60'a yaklaşan İslam ülkeleri ile birlikte Türkiye'mizde iki tür İslam versiyonu, daha doğrusu yorumu ve uygulanması söz konusu: 

###  Birincisi GELENEKSEL İSLAM ki -- Gelenek Dini de deniliyor. -- Kur'an'da  '' Atalar Dini '' olarak isimlendiriliyor. Rahmetli Yaşar Nuri Hoca bazı eserlerinde '' Emevi Dini '' de diyordu.

İslam dininin bu uygulamasında neler var bir hatırlayalım:

Kur'an'da; Peygamberler, yalnızca kendilerine vahyedilen ayetlere uyarlar
-- Kendi kafalarından hüküm koyamazlar
-- Yalnızca Allah'ın indirdikleri ile hükmederler
-- Kendilerinden bir şeyler getiremezler
-- Kendi kafalarından haram helal tayin edemezler
-- Kendilerine taptırmazlar, kulluk istemezler hükümlerinin her biri farklı ayetlerde defalarca tekrar edildiği halde, tam tersi yapılmış, Peygamberimiz ağzından uydurulan  sayıları milyonlara varan '' Hadis  '' idiasındaki sahte sözlerle cennetlik ve cehennemlikler, haramlar helaller belirlenmiş, Kur'an'da Allah için sarfedilen Evrenin ( Kainatın ) efendisi sıfatı, peygamberimize de atfedilerek şirke konu edilmiştir. Bu sahte hadisler Kur'an'ın da önüne geçirilerek, yine Kur'an'da ve dinde yeri olmayan, Hırıstiyan ve Yahudilier'den devşirilen Kıyametten önce Hz. İsanın yer yüzüne ineceği, Deccal, Mehdi geleceği inançları dine monte edilmiş ve ne yazık ki büyük ilgi görerek '' Temel Kabuller '' haline getirilmiştir.
İslam'da ayinin yeri olmadığı ve kutsallık ölçüsü yalnızca Yüce Yaratıcı ve vahiyle sınırlı olduğu halde, Süleyman Çelebi'nin Peygamberimizi yücelten şiir halindeki Mevlit'i kutsal bir metin haline getirilmiş ve özel bir beste ile okunması ile ibadet kategorisinde toplantılar düzenlenir hale gelmiştir.

Başka ?

Kutsal kitabımız  Kur'an'da kendisinin insanlara mesajı olduğu, anlaşılmak üzere indirildiği, apaçık belirtildiği halde Arap olmayanlar tarafındanda 1400 yıldır, israrla anlaşılmadan Arapça metni  ibadet kasdıyla okunmaya devam edilmiştir.
Yine Kur'an'ın ölenlerin arkasından okunmak için değil değil, diriler için indirildiği kendisi tarafından ifade edildiği halde ve özellikle ölüler için okunan Yasin Suresi'nin 70. ayetindeki  Kur'an'ın diriler için indirildiği şeklindeki mesajı göz ardı edilerek bu sure  ölüler için okunmaya devam edilegelmiştir. 

Ölenlerin ancak kıyamette diriltilerek yargılanacağı ve hakkında hüküm verileceği hükmü açıkça belirtildiği halde  yine sahte hadis söylentileri ile ölenlerin önce kabirde yargılanacağı ve sonucunda azap göreceği doğrultusunda inananlar nezdinde bir inanç oluşturulmuş ve kabir hayatı, kabir azabı gibi Kur'an'dışı yanlış  bir inanışın toplumda geniş kabul görmesine sebep olunmuştur. Kur'an'da şefaat yetkisinin Allah'ın nezdinde bulunduğu konulu hükümlere rağmen Peygamberimizin ağzından Peygamberimize  şefaat yetkisi verilmiş gibi  Yine Peygamberimiz adına uydurulmuş sahte hadislerle ve Kur'an'da Allah'ın Peygamberimize şefaat yetkisi verdiğine dair bir hüküm olmadığı halde, Peygamberimizin Müslümanlara şefaati yani günanahlarının Allah nezdinde bağışlanmasına yardım vaadi haberi uydurulmuş ve  tüm 

Müslümanlarda şefaat beklentisi oluşturulmuştur.

Yine Kur'an'da kıyametin aniden geleceği bilgisi defalarca verildiği halde, sahte hadislerle '' Kıyamet Alametleri '' haberleri literatürü oluşturulmuş ve müslümanlar alamet, işaret beklentisi ve arayışına itilmiştir.

Buraya kadar verdiğim gelenek dininin İslam'a Kur'an dışı katkılarının örnekleri en fazla dikkati çekenlerden bir kaç tanesidir. Kur'an Araştırma Grubu yayınlarından olan '' Kur'an'daki Din Ve Uydurulan Din '' isimli eserde bu katkılar listelenmekte ve sayıları 200 e varmaktadır.

###  Ülkemizdeki diğer İslam Dini yorumu versiyonu ve uygulanışı  da bu hareketi etkin ve aktif olarak olarak başlatan ve öncülüğünü yapan rahmetli Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk'ün isimlendirmesi ile ''  Kur'an'daki İslam '' dır. Kısaca Kur'an Dini, Vahiy Dini diye de isimlendirimektedir.

Vahiy Dini'nde   tek kaynak vahiydir. Yani Allah'ın Peygamberimiz Hz. Muhammed'e insanlara tebliğ etmesi için vahyettiği ve 22 sene 2 ay 22 gün sürede parça parça indirdiği Kur'an'dır. Din Allah'ındır. Allah'ın Kur'anla bildirdiği hükümlerden başka Peygambe de dahil hiç kimse din hükmü koyamaz. Çünkü Peygamber de Allah'ın insanlık için uygun gördüğü İslam Dini'ni Kur'an'dan öğrenmiş ve insanlara tebliğ etmiştir. Bu düşünce ve inanış akımı daha önceleri diğer İslam ülkeleri ile Ülkemiz'de yüzlerce yıl önceleri başlamış, fakat bu günkü gelişmiş medya ortamı olmadığı için yaygınlaşamamış ve cılız bireysel hareketler halinde kalmış ve etkili olamamıştır.

Evet, İslamdaki bu uyanış ve dirilişi  Ülkemizde aktif olarak başlatan Yaşar Nuri Hocamızdır. Fakat daha önce, Diyanet İşleri Başkanlığı da yapan Prof. Dr. Süleyman Ateş Hoca İslam'ın üzerindeki örtüyü ilk kaldıran isimlerden olmuştur. Yaşı ve kişiliği gereği ve de zamanının İnternet ortamının bu günlerdeki kadar gelişip yaygınlaşamamış olmasının etkisi ile  medyada Yaşar Nuri Öztürk kadar faal ve etkin olamamıştır. Ülkemizdeki bu hareketin öncülerinden  diğer iki akademisyen Prof. Dr. hocalar Bayraktar Bayraklı ve Abdülaziz Bayındır'dır.

Gelelim günümüze; Kur'an'daki İslam hareketinin toplumda geniş ilgi ve kabul görererek yaygın olarak benimsenmesinde, yani İslam Dini'nin üstündeki 1400 yıllık karanlık örtünün kaldırılmasında ve uyanışın başlamasında çok geniş ve yaygın medya ortamını kullanarak ve çok aktif çalışarak etkin olan Üçü akademisyen bir diğeri de akademisyen olmayan fakat, en az akademisyen arkadaşları kadar ehil, yetkin, etkin ve faal olan İlahiyatçı Hoca Mustafa İslamoğlu vardır. 
Akademisyen  İlahiyatçılar;  Prof. Dr. Mehmet Okuyan, felsefe ve İslam Felsefesi dalında uzman Prof. Dr. Caner Taslaman ile Yrd. Doç. Dr. Emre Dorman'dır. Bu dört hocanın TV kanallarında konuya ilişkin çok faal çalışmaları, buradaki konferans ve  tartışma programları ile ilgili internet ortamında You Tube kanalında çok sayıda ve  yaygın videoları vardır. Bunlar artık toplumda çok genişilgi görmekte ve izlenmektedir. Ayrıca çok faal olarak kitaplar yayınlamaktadırlar. Caner Taslaman ve Emre Dorman kitaplarından telif ücret almamakta, kitaplarını cüzi fiyatla  satışa sunmakta ve İnternet ortamındaki özel sitelerinde bu kitapları pdf formatında ücretsiz okunmasını sağlamaktadırlar.

Bu düşünce inanç akımının ilk faal öncüsü Yaşar Nuri Öztürk, konuşmalarında ve kitap halindeki eserlerinde kullandığı dil biraz akademik olduğu için, toplumda ancak belirli bir kültür seviyesindeki kişiler nezdinde etkili olmuş, diğer dört isim bu akademik lisanı bir ölçüde aştıkları,  halkın genel kültür seviyesine hitap etmekte başarılı oldukları ve de özellikle İnternet ortamını çok yaygın ve etkin kullandıkları için, Kur'an İslamı'nın  geniş kitlelere ulaşmasını ve benimsenmesini sağlamışlar, Kur'an'ın ve  Yalnızca Kur'an'da yer alan gerçek  İslam'ın anlaşılması önündeki 1400 yıllık hurafeler, yanlış yorumlar, Allah'ın Dini'ne bazı kişilerin katkıları şeklinden '' engel duvarlar'' yıkılmış ve din gerçek kimliğine ulaşabilmiştir. Fakat bu konudaki ilk öncü Yaşar Nuri Hoca, büyük hakaretlere, baskılara, dışlanmalara maruz kalmış, bilgi ve beyinsel olarak en faal yaşında kansere yakalanmış ve kısa bir süre önce bu hastalığı sebebiyle vefat etmiştir.

Bundan 25 -30 sene önce Gelenek Dini, temsilcileri ülkemizde çok etkin idi ve medyada Vahiy Dini  hakkındaki bir söyleme ve yazıya büyük tepkiler geliyor ve görüş sahibi  yazara şiddetli hakaretler ediliyor ve dışlanıyordu. Şimdi ise ortam, bu cesur ve değerli kişilerin katkıları ile  tam tersi bir konuma geldi. Artık medyada gelenek dini temsilcilerinin yorum ve fikirleri kabul görmediği gibi Kur'an İslamı inançlıları tarafından şiddetle tepki görüyor, ilgi görmüyor ve reddediliyorlar.

Yani yazımın başlığında belirttiğim gibi Vahiy İslamı, yani Kur'an İslamı aşısı tuttu, toplumca benimsendi. İslamın Kur'an'daki gerçek yorumu ve uygulanışına kapılar ardına kadar açıldı. Bu silkiniş ve uyanış olumsuzluklara rağmen ancak  İslam'ın en güzel uygulanış alanı olan ülkemizde başlayabilirdi ve başladı. Diğer İslam ülkelerinde de bu yöndeki cılız kıpırdanmalar artık cesaret bulacak ve ülkemiz öncülüğünde bir buçuk milyarlık İslam aleminin uyanışı başlayacak ve ilerleyecektir. Bu hareketin  kitlelere ulaşması 20, 30 belki de 50 seneyi bulacak fakat nasıl ki güneş ışığının aydınlatma etkisi önlenemediği gibi, İslam'ın bu aydınlanması da önlenemeyecektir.

Ben artık, müslümanların geleceğinden ümit varım, endişe duymuyorum. Müslümanlar manen ve madden bu geri kalmışlık olgusunu ülkemiz rehberliğinde aşacaklar ve perişan durumdan kurtulacaklardır.
GÜNLERİMİZ GÖNÜLLERİMİZ AYDIN OLSUN !...

NOT: @ --  Yazımda Kur'an mesajlarının geçtiği ayetlerinin adreslerini --  her mesajın defalarca tekrarlanması sebebiyle  --  yazımın hacmini daha da büyütmemek amacıyla vermedim. İlgi duyan ve bir yorumla soranlara verebilirim.
@@ --  Yazıma koyduğum resimde ki bu akımın öncülerinden en yetkin ve etkin çalışmaları olanları yazımda konu ettim ve İsimlerini verdim.

6 Ekim 2017 Cuma

Yırtık pantolon modası '' refah şımarıklığı '' dır

Terzilik bundan 40 - 50 sene öncesine kadar toplumda önemli bir yeri olan gerçek bir meslekti. Çünkü hazır giyim yani konfeksiyon sektörü yok denecek kadar azdı, gelişmemişti. Giysi ihticınızın kumaşını kumaş satan mağazalardan satın alırdınız bir terziye götürürdünüz. Bazı terzilerde kumaş da bulunur, ondan alırdınız. O da ölçünüzü alır, keser, biçer, eğer diktireceğiniz giyside ceket ve palto ile manto gibi üst giysileriniz varsa, size prova için bir gün verirdi, siz de o gün giderdiniz, kabaca, geçici olarak dikilmiş veya teyelle bir araya getirilmiş giysi taslağını terzi size giydirir. bedeninize uygun bir hale getirecek derecede  düzenleme yapar, toplu iğne ile tutturur, işaretler ve provanız biterdi. Bir kaç gün sonra da size teslim ederdi. Bir pantolonun dikimi yarım gün, ceketin dikimi de, eğer terzi ustanın başka bir işi yoksa 2-3 gün sürerdi.
Nasıl ki konfeksiyon giyim üretimi gelişti terzilik mesleğidi arka planda kalmaya başladı. 30 - 40 senedir de, hazır dikilmiş olarak alınan giysileri, kısaltma, daraltma, bedeninize tam uyum sağlama ve tamirat düzeyine indi. İstisnalar dışında anlattığım eski usul terzilik tamamen kalmadı.

Bunları nereden biliyorum? Rahmetli babam terzi idi ve benim 18 yaşıma, liseyi bitirdiğim tarihe kadar çocukluğum ve gençliğimde boş zamanlarım ve yaz tatillerim tüm vaktimi babamın dükkanında çıraklık yapmakla geçti. Pek istekli olmadığım için, ütü yapmaktan başka terzilik konusunda pek bir şey öğrenmedim. Babam da tahsil yapma isteğim  ve başarılı öğrenciliğim sebebiyle beni zorlamadı.

Zamanla konfeksiyon sanayii oldukça gelişti. Giysilerde toplu üretim sebeyle ucuzladı. Öyle ki - kumaş hariç - yalnızca terzi de dikim  parasına - kalitelisinden  iki kat hazır elbise alma imkanı oldu. Terzi de diktirme ihtiyacı tamamen ortadan kalktı.
Konfeksiyon giyimin gelişmesi ve piyasaya tamamen hakim olması ile kadın ve erkek giyiminde ''moda'' giyim ortamı da gelişti. Batı ülkelerindeki moda rüzgarı kısa zamanda ülkemize intikal etti. İnsanlar  kendilerine uysun uymasın, yakışsın yakışmasın modayı takip etmeye başladılar. Tabii ki moda madii durumu iyi yani tuzu kuru insanlar tarafından önce uygulanır, sonra toplumun, orta gelir ve hatta dar gelirli kesimleri onları takip edilirdi.

İşte YIRTIK PANTOLON MODASI da son bir kaç sene buna örnek oldu. Eski zamanlarda yırtık giysi giymek çok ayıptı. Böyle yırtık giysili  dolaşanlara meczup gözüyle bakılır, alay edilirdi. Yırtıkları yamayarak giymek hoş görülürdü. Şimdiki nesiller yamanın dahi ne olduğunu bilmeyebilirler. Bir kaç sene önce ''yırtık kot pantolon modası'' çıktı. Biz eski nüfus kağıtlılar tabii ki epey yadırgadık. Bu moda önce zenginler tarafından yalnızca kot pantolonlarla başladı. Zamanla orta gelirli ve dar gelirlilere ulaştı. Başlangıçta yalnızca yabancı marka ve tabii ki çok pahalı kot pantolonlarda uygulandı. Sonra gelir seviyesi az toplum kesimlerinde  kotların ve zamanla diğer kumaş pantolonların paçaları ve giysilerin ön yüzeyleri yıpratılarak ve yırtılarak taklit edildi.

Özellikle yıpratılmış ve yırtılmış pantolonu çok pahalı yabancı markadan alıp, ve de yıpranmış olduğu için kısa bir sürede giyip atmak İSRAF DEĞİLSE NEDİR ?

Giyime, giyim kalitesine  estetik görünüş ve güzellik katar mı ?
Bence refah şımarıklılığının sonucudur..

İnsanlarımız bu hale geldikten sonra FUKARALIK EDEBİYATI yani solculuk yapmak pirim yapabilir mi? Zaten ülkemiz gerçek fukara olduğu zamanlarda dahi insanlarımız sol fikirlere rağbet etmedi. Solculuk hep rahmetli Çetin Altan gibi zengin ailelerin çocuklarında barlarda meyhanelerde  viski demlenirken yaptıkları sohbetlerden aşağı inemedi.
İşçi partisi kuruldu, içinde işçi olmadı.Solcu partiler, yeni yetme üniversite gençliğini ve yine tuzu kuruları aşamadı. Temsil ettiklerini iddia ettikleri halk tabakasına ulaşamadı. Şu anda Eskişehir ili merkezinde Komünist Partisi ve diğer kurtarıcı sol parilerin il büroları şehrin en güzide bölümlerinde, halkın doktorlar caddesi dediği İsmet İnönü Caddesi ve mücavirindeki Adalar semtinde. Öğrenciler ve yaşlı bir kaç entelden oluşan üyeleri ile 30-40 kişilk eylemlerini buralarda yapıyorlar. temsil ettikleri halkın umurunda ve haberinde olmuyor..
.

Gel, koca Yunus gel, Bize sevmeyi öğret !...

Bundan 50 - 60 yıl önce gençlerin en büyük tutkusuydu şiir. Ben de şiirler okur, takip eder ve yazardım. Son 20 -30 yıldır şiir bana göre şiirselliğini, ritmini, sözlerdeki ahengini, letafetini, büyüsünü kaybetti.  Düz yazıya dönüştü. Benim de ilgim kalmadı. Bundan 20 yıl önce yazdığım bir  şiiri sizlerle paylaşacağım. Bakalım beğenecek misiniz ?

GEL KOCA YUNUS GEL,  BİZE  SEVMEYİ  ÖĞRET

En büyük sevgiyi buldun
Sevgiline kavuştun sen
Senden ayrıldıktan sonra
Ne hale düştük bilsen.
Senin ulaştığın güzelliklere
Biz hala varamıyoruz.
Yediyüz yıldır
Sevgiyi arıyor
Bulamıyoruz...
Gel Koca Yunus Gel
Bize ''  sevgiyi  '' öğret

Senin yolunda
Önce sevmek var
Sonra sevilmek
Taşı, toprağı, tüm canlıları sevmek
Sevgiliyi ve de tüm yaratılanları
Ve de ALLAH'ı sevmek.
Sevilmek öncelik alırsa
Bir yere varamayız
Gerçek sevgi yolunda
Hiç mesafe alamayız
Gel Koca Yunus gel
Bize  '' sevmeyi  '' öğret

Sevginin olmadığı yerde 
İnsanlar mutsuz
Güzelliklere ulaşmada 
Çok umutsuz
Yanlış yola girdik
Çıkamıyoruz
Gerçek sevgi tadına 
Hiç ulaşamıyoruz.
Gel,  Koca Yunus gel
Bize ''  sevgiyi  ''  öğret

Değerleri tüketiyoruz
Çirkinlikler alıyor meydanı
Sevgisiz ortamlarda
Sapkınlıklar sarıyor her yanı.
Tapduk Emre Dergahı'nda
Gösterdiğin sabrın
Binde birini veremiyoruz
Birbirimize ''hoş görümüz''  yok 
''  Karşılıksız sevemiyoruz ''
Gel, Koca Yunus gel
Bize  '' sevmeyi ''  öğret


YAŞLANMAKTAN KORKMAYIN, ONUN DA BİR GÜZELLİĞİ VAR !...

Efendim ben  72 yaşındayım. Yani insan ömrünün yaşlılık dönemindeyim. 
Yaşlılık konusunda bir yaşlı olarak 
sizlere biraz farklı şeyler söyleyeceğim:
Hani yaşlılar, ‘’ Hey gidi gençlik hey...’’ Derler ya ‘’
Ben demiyorum !
Elbette bu yaşa gelince gençliğini kaybetmiş oluyorsun. Onu kaybedenler genellikle arar. İşte ben aramıyorum.
Çünkü gençliğimden pek memnun değildim.
Tabii ki bunu sebebini belirtmek lazım.
Gençlik, devamlı bir beklenti ve arayış çağıdır.
Hep bir yarış ve arayış...
Eline geçenlerden ve bulduklarından hayal kırıklığı ve tatminsizlik.
Hep geleceği inşa mücadelesi...
İşinde ve mevkiinde ilerlemek.
Çocukları büyütmek, iyi okullarda okutabilmek, iyi bir gelecek sağlamak.
Bir ev sahibi olabilmek.
Bir araba alabilmek veya eski arabayı yenilemek.
Borçlanmak, borçları zamanında ödeyebilmek.
Bunları sonucu hep stres, stres, stres...
Böyle olunca da hiçbir şeyin tadını yeterince alamamak,  tadamamak.
Yaşlanınca da insan tam olarak bunlardan arınamıyor. Ama bir ölçüde bunlar azalıyor veya siz azaltmanın yolunu, formülünü buluyorsunuz artık.
Hırslardan, beklentilerden ve bunalımlardan bir ölçüde sıyrıldığınız zaman işte hayatın yaşamanın tadını almaya başlıyorsunuz.
Tabii ki fiziki olarak eski dinamizminiz kalmıyor artık.
Tansiyon, romatizma, prostat gibi sıhhi sorunlar başlıyor.
Ama işte o gerilimler, ah o gerilimler, yakanızı bırakıyor.
Sükunete, huzura – bir ölçüde de olsa -- kavuşuyorsunuz veya bunun yolunu keşfediyorsunuz.
Problemlerle de olsa sağlığın, nefes almanın tadını daha bir başka alıyorsunuz.
Küçük şeylerdeki gizemi ve mutluluğu görmeye başlıyorsunuz.
Manevi aleme adım atmışsanız, iyi bir insan olma yoluna girmişseniz. Allah’ı daha bir başka şekilde keşfetmiş oluyorsunuz.
Mutlaka yaşamak, bu dünyada olmak ihtiyacından sıyırmışsanız kendinizi, ölümle de barışıyorsunuz. Ölüm bir yönüyle de gerçek büyük sevgiliye kavuşmak anlamına büründüğünden artık, bu yoldaki streslerden de kurtuluyorsunuz. Daha bir mutlu oluyorsunuz.
Ahh Allah size evlatlar verdi  ve de torunlarınız oldu ise, etrafınızda dede, dede diye koşuşturmaya, size sarılmaya başlamışlar ise, işte yaşamınızda daha önce tatmadığınız sevgiye, keyfe, güzelliğe ulaşıyor, hayatın bambaşka tatlarına ulaşıyorsunuz !... 
Efendim, tavsiye ederim:
Yaşlılıktan korkmayın
Onun da bir güzelliği var...

SIRADIŞILIK ARIYOR İNSANLAR

**************  SIRADIŞILIK  ARIYOR  İNSANLAR  ************************

Evet, sıradışılık arıyor insanlar, sıradanlıktan bıkmışlar çünkü.
Sıradan addedilen şeyler gerçekte ne kadar sıradan ?
*************************************************************************
## İki başlı bebekler doğduğu zaman hayret ediyoruz, normal bir insanın dünyaya gelmesi çok sıradanmış gibi...
## Bungee- jumping gibi uç sporları yapanlara hayret ediyoruz,
tavanda yürüyen sinek basit bir iş yapıyormuş gibi...
## Belgesellerdeki hayvanlara hayret ediyoruz, sanki sokaklardaki kediler, köpekler çok sıradanmış gibi..
## Bilgisayar dünyasınaki gelişmelere hayret ediyoruz, hepsinin çıktığı yer olan beynimiz çok basitmiş gibi...
## Kocaman gökdelenlerin inşaasına hayret ediyoruz, asırlık çınarlar çok sıradanmış gibi...
## Bir ressamın benzetmesine hayretler ediyoruz, doğadaki asılları çok basitmiş gibi...
## Çiçekli ağaçların güzelliğine hayret eiyoruz, ezip geçtiğimiz dikenler çirkinmiş gibi...
## ÖLÜME HAYRET EDİYORUZ, YAŞAMAK ÇOK SIRADAN BİR HAKMIŞ GİBİ...

***************************************************************************
KİMSENİN BİLEMEYECEĞİ ŞEYLER -- Sinan Canan --Tuti Kitap -- Sayfa 153
**************************************************************************

5 Ekim 2017 Perşembe

Her 50 bin yılda bir ara kıyamet !

Kur'an'da 1000 yıl ve 50 000 yıl süreler ile ilgili iki gizemli ayet var. Secde / 5 ve Meraric / 4 ayetleri.
Elmalılı M. Hamdi Yazır mealinde bu ayetler:

Secde / 5 :  Gökyüzünden yeryüzüne ( kadar ) yönetim işini düzenler. Sonra sizin hesap etmenizle, süresi bin yıl olan bir günde O'na yükselir.
Mearic / 4 : Melekler ve Ruh ( Cebrail ) miktarı elli bin yıl tutan bir günde O'na yükselirler.

Bu ayetler bugüne kadar çeşitli şekilde yorumlanmış, ayetteki Ruh kelimesi genellikle '' Cebrail '' olarak ve bazı müfessirlerce bazı ayetlerin açıklanmasında '' ilahi vahiy '' anlamında yorumlanmıştır.  Şimdi de pozitif ilimlerin bir dalında temayüz etmiş bir bilim adamı olan Nörolog Prof. Dr. Gazi Özdemir'in SON DAVET KUR'AN isimli tefsirli mealindeki bu ayetlerin yorumuna bakalım:

Secde / 5 : Gökten yere kadar bütün işleri organize eden Allah'tır. Ayrıca sizin zaman hesabınızla ''  bin yıla eşit bir zaman dönemi sonunda ''  görevlilier tarafından bütün sonuçlar O'na sunulur ve gerekli düzenlemeler yapılır.

Mearic / 4 : Ve O Allah ki, Me leklerin ve Ruh'un kendisine Dünya zamanı ile ''  her elli bin yılda bir gün '' , huzuruna çıktıkları Allah'tır.

Şimdi de Gazi Özdemir''in içinde Ruh kelimesi geçen Mümin / 15 ayeti açıklamasına bakalım:

Mümin / 15: Dereceleri arşa kadar yükselten ve her şeyin yönetildiği Arş'ın sahibi olan Allah mahşer gününün olacağı hakkında uyarılmak üzere, kendi emri ile kulunun vücuduna Ruh'u vermiş ve eğitilsin diye dünyaya göndermiştir. 

Gazi Hocamız bu ayetin tefsirinde '' Ruh, benim kullandığım bir ifade ile  Allah kaynaklı bilinçli bir enerjidir '' ve aynı zamanda insan bedenini eğitim okulu olan dünyada üniforma olarak kullanan ve bedene bilinçliliği verendir. Kendisini '' bilinç altı '' diye isimlendiriyoruz. Tabii gerçeği Allah bilir. '' demektedir.

Gazi Özdemir'in yorumunu daha iyi anlayabilmek için Mearic Suresinin 4. ayetini tekip eden 6,7,8 ve 9.  ayetlerinin de anlamlarını göremek faydalı olacaktır:

Mearic / 6 : Bu arada onlar, mutlaka gerçekleşecek olan kıyameti ve azabı uzak görüyorlar ve kendilerinin kurtulacaklarını zannediyorlar.

Mearic / 7 : Halbuki biz, kıyametin mutlaka geleceğini yakın görüyoruz. Çünki bizim için elli bin yıl bir gün gibidir.

Mearic / 8 : Hak edenlere azabın verileceği o kıyamet günü, gök erimiş maden gibi darmadağın olacak.

Mearic / 9 : Dağlar ise atılmış yün gibi savrulacaklar.

Gazi Özdemir hocamız yukarıdaki ayetleri şöyle  yorumluyor:

'' Her 1 000 yılda ara kıyamlar / uyanışlar, bunun sonucunda düzenlemeler, her  50 000 yılda da -- dünyanın ara jeolojik kıyameti -- olmaktadır. Buna göre Kaf / 14. ayette, hak eden toplumların yok edilmesinden bahsedilmesi birer   ''  ara kıyamet '' , yine dünya tufanı gibi büyük doğal afetlerle insan neslinin çok azı hariç hemen hemen tamamının yok edilmesi de -- yine dünya ile sınırlı bir ara kıyameti -- olmaktadır.

Son kıyamet ise EVREN'İN KIYAMETİ' dir. Dünya kıyametinde dünyanın kara ve denizleri yıkılıp yeryüzü yeniden yapılanmaktadır. Adem neslinden önceleri, yok edilen insanların yerine, öldürülmeyen az sayıda insanlar halife bırakılarak sıfır gelişmişlik ve sıfır teknoloji ile ve ilkel düzeyden başlamak üzere, yeni insan nesli şeklinde, yeni bir yaşam süreci başlatılmış ve bu durum döngüler şeklinde  devam etmiştir.

Mearic / 4 ayetinde  melekler çoğul, Ruh tekil kavramlar halindedir. Bu ayetteki Ruh'un Cebrail olmadığı daha akla yakındır. Çünkü Cebrail'de bir melektir ve melekler kavramına dahildir.  Bu ayetteki Ruh'un insan ruhu olduğu yukarıdaki meali verilen Mümin /15 ayetinde açıkça görülmektedir. Ruh'un  neden tekil olarak verildiği meselesine gelince -- doğrusunu Allah bilir ya, ya bu tekil ruh tüm insan ruhlarını temsil eden bir ruhtur ( eski deyimle külli ruh ), ya da Allah'ın insanı yaratışında -- Ruhumdan üfledim -- dediği insan ruhu bir uluhiyet kazandığı için, Ruha farklı bir önem ve değer atfedillmektedir. Gerçek Allah nezdindedir...

Burada dikkati çeken husus --  50 bin yılda bir hesap verecek olan --  insan bedeni değil ruhudur.

Dövme yaptırma kendine tapınmanın dışa vurumudur

Son birkaç senedir, gençlerde, genç görünme merakında olanlarda gittikçe artan genişleyen bir moda var:
Bedenine, vücuduna resim yani dövme yaptırma.

Masumane, özenti şeklinde küçük resimler, figürler, yazılar olarak başladı, sonra bazı erkeklerde abartılmaya bedenlerinin büyük bölümlerinde uygulandı. 

Sonunda her modada olduğuğu gibi ifrata gidild  ve çılgınlık şekline büründü, yazıma koyduğum resimde olduğu gibi belden yukarı tüm bedenler resimlendi.


Güzel mi oldu ?

Yani estetik bir görüntü mü oluştu ?

Tabii ki hayır.

Resim ve desen estetiğin en önemli uygulama alanlarıdır. Ama insan vücudunda değil...

Çünkü insan bedeni Kur'an'daki ifade ile en güzel şekilde yaratılmıştır. ( 95 / 4 )  Onun üzerindeki resim, figür ve yazılar bu güzelliğe müdahaledir. Bozmadır, kirletmektir, dejenere etmektir. 

Bu müdahaleyi abartmak, ileri boyutlara taşımak narsizmin belirtisidir yani insanın kendine, kendi bedenine aşık olması ve '' tapınma '' sıdır.

Bilindiği gibi insanlar tapındıkları şeyleri ve tapınaklarını çok süslerler...

4 Ekim 2017 Çarşamba

Büyük ülkelerin küçük politikaları küçük siyaset adamları

Son yıllarda ülkeler, siyaset, siyaset adamları yani politikacılar ve  ve uyguladıkları politikalar konularında hayal kırıklıklarına uğruyoruz ve şoktan  şoka giriyoruz. Bu konuda benim ilk şokum bundan 20 yıl öncesinde meydana geldi. Suudi Arabistan'da çalışan bir yakınımın problemi için bir  gün Ankara'da Suudi Arabistan Büyükelçiliğindeyim. Ziyaret ettiğim büyükelçinin makamındayım. Büyükelçi beni kabul etti ama, elçilik ile işlere kendini kaptırmış. Bir türlü benimle ilgilenemiyor, ben derdimi anlatmak üzere bekliyorum. 
Büyük elçinin ilgilendiği  önemli iş ne biliyor musunuz ? Elçilik bahçesinde yapılacak bir aydınlatma işi için bir usta işçi çağrılmış. Büyük elçi bu işçi ile yapılacak iş için pazarlık ediyor. Hem de ne sıkı pazarlık ! Yarım saata yakın süre kıyasıya mücadelele. Ben de  misafir koltuğunda oturuyor ve bekliyorum.  O zaman için dünyanın en zengin memleketlerden birinin ülkemizdeki temsilcisi bir büyük elçi, o kadar geniş bir elçilik kadrosu personeli dururken ilgilendiği büyük işe bakın ! 
O zaman bu olaya çok şaşmış, Büyükelçinin küçük kişiliğine akıl erdirememiştim. Bu birinci olay !...
Biliyorsunuz yaklaşık bir sene kadar önce ülkemizce hudut tecavüzü nedeniyle bir Rus savaş uçağı düşürülmüştü. Bu olay sonrası Rusya ile ülkemiz arasında önemli bir siyasi kriz oluşmuştu.  İşte bu siyasi krizde Rusya devle adamları Putin, başbakan ve Rusya Dış İşleri Bakanının  fevri, dengesiz, her an farklı birbirinden tutarsız davranışları da  benim tuhafıma gitmiş, fiziki olarak dünyanın en büyük ülkesinin devlet adamlarının ve özellikle Devlet Başkanı Putin'in küçük bir kasaba politikacısı gibi davranmasını anlayamamıştım. Şok olmuştum. Bu ikinci olay !...
Gelelim üçüncü olaya:
Bunu hemen tahmin ettiniz: Fiziki olarak dünyanın ikinci büyük ve ekonomik, siyasi, askeri bakımından da en büyük ülkesi ABD' den bahsediyorum. 60 - 70 yıllık müttefikimiz, Kore'de ona yaranmak için 700 den fazla insanımızı kaybettiğimiz ABD.
Müttefik ama iç işlerimize burnunu sokmayı alışkanlık haline getirmiş, Ülkemizdeki her türlü askeri darbenin arkasında ve baş rolde arzı endam eden ABD
Ekonomik ve siyasi olarak güçlü hale gelen Ülkemiz siyasi anlamda ABD'nin dümen suyundan çıktığı ve  bizi eskisi gibi kontrol edip kendi amaçları için kullanamaması sebebiyle bize düşman kesilen bunu artık gizlemekten dahi vaz geçip, PKK ve  Ülkemize karşı savaş açan bütün terör örgütlerini silah ve maddi olarak alenen destekleyen dost ve müttefik (?) ABD.
Büyük ülke, dengeli, olgun ve vakur siyaset yapmalı değil mi ?Osmanlı devleti yüz yıllarca üç kıtaya yayılan büyük bir imparatorluk kurmuş, dirayetli, dengeli ve adil bir yönetim kurmuştu. Böyle gerçek büyüklük kavramı artık batı ülkelerinde kişilerde ve ülkeler yöneticilerinde kalmadı. ABD  siyaset adamları artık en kirli, çirkin siyaset yapıyorlar artık. Baba oğul Bush'lardan sonra gelen Obama dirayetsiz, yetersiz, çirkin siyasette zirveye oturdu. Şimdi de TRUMP aynı rezil siyaseti devam ettiriyor. Büyük ülkeler, büyük siyaset adamı çıkaramıyorlar artık.
Büyüklüğün bir ölçüsü de SAYGINLIK. ABD  zaten çok ülke tarafından nefret edilen bir ülke idi. Artık neredeyse ABD'den nefret etmeyen ülke kalmadı. En geri ülkelerin çapsız siyaset adamları dahi ABD siyasetçilererinden daha kaliteli siyaset yapıyorlar.  fiziki ve ekonomik büyüklük saygınlıkla birlikte olmayınca yalnızca askeri ve zorba güçle  büyüklüğünü ne kadar devam ettirebilir?
Allah encamımızı hayıreyleye....

Test sınavı eğitimin her kademesinden kaldırılmalı ve yasaklanmalıdır.

Son 20-30 yıldır eğitim sistemimizde, neredeyse her eğitim kademesinde, bilginin ölçme ve değerlendirilmesinde test sınavı tek seçenek haline geldi.

Test sınavı nedir ? Doğrunun 3-4 veya 5 seçenek içinden bulunması.

Bunun alternatifi ne idi ? Sözlü ve yazılı sınav. 

Sözlü sınavda öğrenci tahtaya kaldırılır.  Öğretmen bir kaç soru sorar, öğrenci de sorular konusunda bildiklerini sözlü olarak anlatır, aktarırdı. Tabii ki öğrenci bir büyük heyecan ve stres fırtınası altında epeyce zorlanır, yorulur ve yıpranırdı. Fakat ilerideki yaşantısındaki sorularla, sorunlarla baş başa kalacağı günlere hazırlanır ve deneyim sahibi olurdu. Sonraları sözlü sınav zorunluluğu kaldırıldı, öğrencinin derse ilgisi, takibi, katılımı gibi hususların öğretmen tarafından değerlendirilmesi ve sözlü notu olarak kayıta geçirilmesi uygulamasına geçildi.

Yazılı sınava gelince; çok önceleri dersin öğretmeni sınav yapacağını önceden bildirmeden derse girince aniden çıkarın sınav kağıtlarını yazılı sınav yapacağım der ve sınavı yapardı. Öğrenciler her gün her dersten sınav yapılabilir düşüncesiyle devamlı sınava hazırlıklı olmak ihtiyacını duyardı. Sonraları haber vermeden aniden sınav yapma uygulaması kaldırıldı. Öğretmenin önceden sınav yapacağı gün ve ders saatini haber vermesi zorunluluğu getirildi.
Yazılı sınavda öğretmen 3-4-5 soruyu sınav başlangıcında öğrenciye yazdırır. Sonra da cevaplar için belirli bir süre vererek sınavı başlatırdı. Öğrenci her soru hakkındaki bildiklerini soru sıra numarasını başına yazarak kendi cümle ve ifade şekli ile sınav kağıdına yazardı.

Yazılı ve sözlü sınavlar öğrencinin gelecek yaşamına hazırlanması için gerçek bir eğitim aracı vazifesi görürdü. Öğrenci yazılı ve sözlü olarak bilgisini ve meramını anlatmak, sunmak becerisi kazanırdı.
40, 50 yıl ve daha önceki yıllarda ilk okul, orta okul, lise ve hatta yüksek olkullarda mezuniyet sınavları her dersten hem sözlü ve hem de yazılı olmak üzere yapılır, ortalamaları sonuca etkili olurdu.

Sonra batı eğitim sistemlerinden kopya edilen test sınavları eğitim sistemimize girdi.

Nedir test sınavı ?

Yukarıda da belirttiğim ve bilindiği gibi, doğru cevabın 3-4 veya 5 seçenek arasından bulunması ve cevap kağıdına işaretlenmesidir. Fakat bu şekilde bilginin ölçülmesi ve değerlendirilmesi hayatın akışına ve gerçeklerine uygun değildir.  Yaşamda sorular ve sorunlar insanın karşısına doğru cevabı içinde barındıran seçenekle gelmez. Sorunun cevabını ya bilirsin ya da bilmezsin. Hatırlama ile ilgili ipucu karşında hiç bir zaman yoktur. Ya doğruyu hatırlayacaksın veya hatırlayamayacaksın. Yani bilip problemi çözersin veya bilemezsin ve sonucunda problemi çözemezsin yanlış yapar veya
yanlış karar verirsin.

Ben 15 yıl teknisyenlik ve 4 yıla yakın bir süre TCDD'de fabrika personel müdürlüğü yaptıktan ve bu süre içinde  - çalışıp hayatımı kazanmak suretiyle yüksek tahsilimi ( işletme ) yaptıktan sonra -- kendi isteğimle -- yatılı Demiryollar Meslek Lisesinde önce teknik derslerde öğretmenlik sonra da yöneticilik yaptım. 

Hiç bir eğiticilik eğitimi görmeden eğitimci oldum ve eğitimi deneme, yanılma ve araştırma ile kendim keşfettim. Bu test sınavına hiç ısınamadım ve benimseyemedim. Tüm sınavlarımı eski usul - yazılı sınav - şeklinde yaptım.
Sonra test usulü sınav eğitimciler tarafından da kolaylarına geldi, benimsendi. Çünkü yazılı sınava kıyasla çok kısa sürede sınav sonucunu değerlendirme imkanı veriyordu.

Test sınavlarının tüm eğitim kademelerinde ağırlık kazanması sonucunda ne oldu ?

Bilgisini, derdini, isteğini sözlü ve özellikle yazılı olarak ifade edemeyen, ama bu arada yüksek tahsil diplomasına da sahip olan -- kitap okuma alışkanlığı olmamasının da etkisi ile -- diplomalı cahiller nesli yetişti...

Zaman içinde üniversiteden  '' Türkçe öğretmeni diplomasına sahip ''  fakat yazılı olarak bir tek küçük paragraf veya cümle oluşturamayan bir eleman da tanıdım, birlikte çalıştım. Yine üniversite mezunu Türkçe ve imla bilgisi olmayan -- konuştuğu gibi yazan -- gençler gördüm. İnternet sosyal platformunda bir çok örneği her an görülebiliyor.

Yani dostlar bu test sınavına dayalı eğitim sistemi gerçek bilgiyi ölçemiyor ve diplomalı cahiller yetiştiriyor... Ayrıca gençleri hayata hazırlamıyor...

Örnek mi istiyorsunuz ?  Bilindiği gibi Açık Öğretim Fakültesi sistemi ölçme ve değerlendirmesi tamamen test usulü sınava dayalıdır. Bazı öğrenciler bu test sınavlarının açıklarını keşfetmişler ve hiç bir şey bilmedikleri dersleri başarmış görünmüşlerdir.

Nasıl mı ?

Tüm cevaplarda örnek olarak a ve b şıklarını işaretlemişler ve ortalama için gerekli puanı yakalamışlar ve o dersten geçmişlerdir.

Şimdi bu eğitim ve öğren mi oluyor ?

Tabii ki test sınavları üniversite ve memuriyet giriş sınavları gibi kitlesel sınavlarda kaçınılmazdır. Benim burada anlatmak istediğim eğitim ve öğretimin her kademesinde faydadan ziyade zarar getirdiği ve GERÇEK ÖĞRENMENİN
ÖLÇME VE DEĞERLENDİRMESİNİ sağlamaktan uzak olduğudur.

Şimdi bu açıklamam ve değerlendirmem özellikle eğitimcilerin işine  gelmeyecektir ama deneyim ve gözlemlerimle belirlediğim gerçeklerdir.

APTALLAR -- ŞİZOFRENLR -- CAHİLLER

    ================================== APTALLAR .:: Aptal Olduğunu ŞİZOFRENLAR ::  Şizofren Olduğunu C A H İ L L E R  :::: C a h i ...